BU NASIL BİR GÜNCELLEME?

Herkese benden selamlar. Nasılsınız? 2020 Bomba gibi bir yıldı. Her dakikamız birbirinden olaylı ve genelde iğrenç geçti. Her neyse, 2020 hakkında çok konuşmayacağım. Umarım 2021 hepimiz için hayırlı ve güzel bir yıl olur.

Derken, bilin bakalım ne oldu? Mark Zuckerberg, yeni bir güncelleme yayımladı. WhatsApp, artık açık açık “Senin bilgilerini alıyorum, kullanıyorum, haberin olsun, istemiyorsan çık git” diyor ve bunun sözleşmesini yapıyor. Eskiden Facebook’un bilgi paylaştığına dair skandallar olunca, insanlar da tabii ki böyle bir şeyi kabul etmiyorlar. Gerçi eskiden iş çok farklıydı sanki. Eskiden senin bilgilerini kullanmadıklarını nereden bilebilirsin ki? Söylemiyorlardı sadece. Söylemelerinin nedeni ise bu işi yasal dayanağa sokmak. Bu şekilde devletler ile uğraşmadan işini rahatça yapacak. Nasıl plan ama?

Belki robottur, kim bilir ?

İnsanlar da tabii WhatsApp’a alternatif arıyorlar. Telegram, Bip falan. Kendileri her ne kadar bu platformların güvenli olduklarını söyleseler de, benim fikrim insanların çıkar uğruna olmazsa bedava bir şey yapmayacakları. Tabii burada lokma dağıtan hayırseverleri falan kastetmiyorum. Günümüz teknolojisi, uygulamalarından bahsediyorum. Modern dünya, artık sadece çıkar ve para yarışı haline gelmiş. Bizler de parayız onlar için. İnsan yerine konulmuyoruz yani. Sadece bir ürün gibi. Tabii aralarında iyi amaçlara hizmet edecek, iyi yazılımcılar falan da vardır ama en az yarısı böyle, ve en önemlisi modern dünyayı böyleleri yönetiyor. Durum bu olunca Mark Zuckerberg ile Telegram’ın kurucusunun göz önünde çok bir farkı kalmıyor bence. Yarın onların da bir sözleşme imzalatmayacağı nereden malum?

Benim şahsi fikrim en iyisinin modern dünyadan uzak yaşamak olduğudur. Gerçekten teknoloji, teknoloji olmaktan çıkıyor… Sanki bir teknoloji k*lesi gibiyiz. Artık insanların tek derdi Instagram’dan fotoğraf paylaşmak olmuş. Kimse, gezindikleri yerlerin gerçek olmadığını anlayamıyor. Gerçek dünyadan uzaklaşıyor. Yani bir rüya gibi düşünün.. Fakat bu rüyada sürekli kazananlar var. Mark da onlardan biri. Üstelik insanlar rüya gördükçe birileri zevk alıyor. Peki ama neden? Herkes rüya görüyorsa, kazandığı parayı neye harcayacak bu kişiler? Hangi tüccardan alışveriş yapacak? Yani asıl dertleri para değil. Ama ne ?

Teknoloji kola takıldığı anda çalışan saatleri icat etse de, sahici hayat hala kurmalı saatlerde akıyor…” (- Tarık Tufan)

Modern dünyadan bu yüzden bıktım. Çünkü artık böyle bir şeyin parçası olmak istemiyorum. Fakat insanlar, sadece teknolojiyi gelişmişlik sembolü olarak görürler. Çünkü onlar için modern olmak her şeydir. Çağ, teknoloji çağıdır. Sizce gerçekten, çağ teknoloji çağı mı?… Yoksa sadece güzel bir yöntem mi kandırmak için insanları, teknolojiyle. İnsanlar artık robotlaşmayı modernlik olarak görüyorlar, anlatabiliyor muyum? Yani basbayağı insan olmaktan çıkmak ve bu vesileyle modern olmak, yani gelişmiş bir birey olmak istiyorlar. Bu yüzden günümüz teknolojisinden nefret ediyorum.(Teknolojinin ileriki aşaması robotlaşma)

Kötülük, kötü gözükür kötü olur.

Modern kötülük, daha iyi gözükür, daha kötü olur. Bu yüzden modernlik, kötü olmanın en iyi yoludur. -Ben-

İnsanlar, bu yüzden teknolojinin zararlı olduğunu düşünenlere karşı çıkar. Çünkü teknoloji, modernliktir. İnsanlar karşı çıkmadıkça da liderler onları kullanmaya devam eder. İşte, böyle bir sistem, belki de insanlığın en büyük problemi, en büyük sonu olur…

Gerçekten emin miyiz? Ne olduğuna? Günümüzde artık dünyanın dünyalık hali kalmadı. Sadece teknoloji için yaşıyor gibi bir hali var bazılarının. Böyle bir yaşantıyı benimsemek, çoğunuza abartı gibi geliyor olsa da elinizde tuttuğunuz cep telefonları sizin günde en az 8 saatinizi alıyor. Yani gününüzün 1/3’ü. Ömrünüzün yaklaşık 20-30 yılı. Sizi yavaşlatıyor ve bundan da önemlisi, gençleri de yavaşlatıyor. Gençken yavaş olan bir nesil, büyüyünce hızlanamaz. Şimdiki yeni nesile gümbür gümbür geliyorlar deseler de aslında “mutasyona uğramış” geliyorlar. Modern dünyanın çocuklar üzerindeki etkisi. Mesela filozof atakan adlı çocuk. Çocuk, normal çocuklar gibi değil. Bir değişik halleri var. Hafızası çok iyi vs… Modern dünya mutasyonunun bir sonucu aslında. Ve işin daha kötü tarafı daha böyleleri gelmeye devam ediyor… İnanın bana, abartmıyorum.
Artık telefonla bütünleşiyoruz. Bkz. : Üstteki küçük yazının son kısımları.*

İNSANLIK HALİ…

Ne kadar insanız? Hiç düşündünüz mü? Ne kadar doğru yaşıyoruz, ne kadar olması gerektiği gibi yaşıyoruz diye…

Bana sorarsanız bizler sadece irademiz doğrultusunda kafamıza göre yaşıyoruz. Peki sizce doğru olan bu mu? Doğru olan, insanca olan ve insanı insan yapan, kafaya göre yaşamak mı, yoksa akla itibar etmek mi… Gerçekten bizler, neye göre ya da nasıl yaşıyoruz? Kim için, ne için yaşıyoruz? Sonumuz neresi?

Bu evren, insanlar için yaratıldı pekala. Fakat insanlar başıboş gezsinler diye değil. İnsanları diğer canlılardan ayıran temel özellik düşünce ve iradedir. İnsanlar iradelerine güvenip düşünmeyi unuturlar. Bunun sonucuna da katlanmak zorunda kalırlar. Bundan sonra da, kendi iradeleriyle verdikleri kararları kadere yüklerler. Oysa belki de hepsi, düşünmedikleri içindir.

Az düşünen cahil kalır, çok düşünen alim olur. -Ben :D-

İnsanlar fikir üretsinler, düşünsünler diye vardır. Elbette iradesi yani karar vermesi de önemlidir, fakat bunu da aklı sağlar. Aklın var oluşunu da düşünce sağlar. Bu yüzden insanlar düşündükçe insandır. Çünkü diğer türlü hayvandan farksız kalır.

Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir;
Oluklar çift; birinden nur akar; birinden kir.
Akışta demetlenmiş, büyük, küçük, kâinat;
Şu çıkan buluta bak, bu inen suya inat! -Necip Fazıl Kısakürek-

İnsanı insan yapan şeyi bulduk. Peki neden yaratıldık? Hangi amaç için yaratıldık? Kim için, ne için yaşıyoruz? Bu soruların cevabı da işte tam bu noktada belli oluyor. Bizlere akıl düşünmek için verildi. (Bu gerçeğe düşünerek ulaşabilirsiniz.) İrade de seçim yapmak için. O zaman bizim hem düşünme hem de iradeyle bir seçim yapabilmemiz lazım. Temelde biz, insan olarak yaratıldık. O halde insan olarak kalmamız gerekir. Bizim temel gayelerimizden en basiti, işte budur. Daha doğrusu, bu olmalıdır.

Kim için yaşıyoruz sorusunun cevabı, dinden dine değişiklik gösterebilir pekala. Bu tamamen inançlar konusu. Fakat ne için yaratıldık sorusuna gelince,

Evren, henüz insan yaratılmamış iken, çok manasız duruyordu. Bütün bu yüceliği anlamlandırabilecek bir varlık vardı. Bu varlık, öyle bir varlıktı ki, evren, onlar için çok renkli ve çok anlamlıydı. Çünkü onlar anlam katabiliyorlardı. Onların farklı bakış açıları vardı. Bu sayede evrene ve dünyamıza, düşünen ve sorgulayan, ve de anlam katan bir varlık geldi. Bu varlık sayesinde artık evren, kötü ve iyi olarak ikiye ayrılmıştı. Çünkü insandan önceki hiç bir varlık, kötünün ne olduğunu bilmiyordu. İşte biz de tam olarak bunun için yaşıyoruz. Düşünmek ve sorgulamak için.

Enam Suresi:50. De ki: Ben size, Allah’ın hazineleri benim yanımdadır, demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size, ben bir meleğim de demiyorum. Ben, sadece bana vahyolunana uyarım. De ki: Kör ile gören hiç bir olur mu? Hiç düşünmez misiniz?

Peki her şeye cevap bulduk, sonumuz neresi olacak?

İnsanlar eğer hayata uygun yaşarlarsa sonumuz güzel, yaşamazlarsa kötü olacak. Bunu biliyoruz pekala. Fakat bilmediğimiz bir şey var ki o da sonumuzu belki de kendi kendimize getiriyoruz. Ağaçları keserek, suları israf ederek, gelecekteki evlatlarımıza ve kendimize kötü bir dünya, yaşanılmaz bir dünya bırakıyoruz. Eğer böyle devam ederse, insanlar kendi oluşturduklarıyla kendilerini öldürecekler. Tabii sonumuz hayrola…

NELER OLUYOR?

Upuzun bir süredir post atmıyordum, ama artık dayanamayacağım. Gerçekten bazı şeyler çığırından çıkmaya başladı. Mesela vaka sayıları. Zaten Fahrettin Koca açıklama yapmış gerçek sayı 28 bin diye. Hiç şaşırmadım. Okulda çocuklar, sokakta insanlar. Yasaklar hafifletilmemeliydi. Henüz yasak varken çıkan binlerce insan vardı, yasağı hafifletince buna on binlerin uymayacağı belliydi. On binler yüz binlere, yüz binler milyonlara… Şimdi de yeniden yasak getirdiler ama biraz geç. İnsanlar ölüyor. Çok acı.

Bunun dışında, Nasa’nın yaptığı açıklamaya göre 21 Aralık 2020 günü çok garip bir şey olacakmış: Elektrikler, tüm dünyada kesilebilirmiş. İlk başta, “İnternete ve teknolojiye fazla güveniyorduk. İyi olmuş” desem de, bu konu hakkında izlediğim videonun devamında gıdaların üretiminden tutun ulaşıma, oradan tutun teknolojiye, pek çok aksama olacak. Evdeki mumlarınız bitti, markete gidip mum alacaksınız ama yollar kapkaranlık. Neyse ki, böyle bir olay yaşanırsa elektrikler tümden gittiği için yıldızlar aşırı belirgin olacak. Bu yüzden, onlar çevreyi aydınlatabilecek. Ayrıca kuzey ışıkları dünyanın her tarafından görünür olacak. Maalesef bunun tek iyi tarafı bu. Dünyada üretim olamayacağı için kıtlık başlayacak, büyük kıtlıklar… Tabii hepsi olasılık. Bu yüzden olmasını temenni ederek bu konuyu da kapatıyorum. Fakat olsa, insanoğlu için iyi olur gibime geliyor. Fazla güvendiler teknolojiye. Hatta teknolojiyi, gelişmişlik sembolü olarak bile gösterdiler. Fakat hepsi bunlarla sınırlı değil. Elektrikleri kesebilecek teknolojiye sahip ülkeler bile var. Bunu özel bir silahla sağlıyorlar.

İnsan olun, zengin değil. Bilgin olun, bilim adamı değil. Çünkü sizi ancak ilim ve insanlık kurtarabilir. Bunlardan biri eksikse, siz, tam bir insan değilsiniz demektir. UNUTMAYIN, SİZİ TEKNOLOJİ DEĞİL İNSANLIK KURTARIR.

Asıl konuya gelelim, neler oluyor? Dünya hızla değişmeye başladı. İnsanların ümitleri artık oyuncak edildi. Birden yakınınızın ölüm haberini duyduğunuzu düşünün.. Ağlamak istiyorsunuz, ama o kadar pişmanlık duyuyorsunuz ki ağlayamıyorsunuz. Bu yasla dışarı çıkıyorsunuz, adamın biri koluna maskeyi takmış yürüyor. Moraliniz daha da bozuluyor. Sonra, aradan zaman geçiyor, unutuyorsunuz. KORKUNÇ. İnsanlar ölüyor ve buna üzülemiyoruz bile. Daha doğrusu, üzülsek de unutuyoruz. Çünkü hayatta daha büyük sorunlar var. Tüm toplum bu halde, ve hala belirlenen kurallara uymayan insanlar var. Fakat şu durumda onlara kızmak ne kadar doğru, bilmiyorum. Daha virüs çıktığından beri cahil insanların virüsü bulaştıracağı belliydi. Tüm yasakları hafiflettiler ve… Olan oldu. Bir de bunun üstüne, yarı normal bir hayatın içindeyiz. Üstüne üstlük, kıyamet alametleri yavaştan gerçekleşiyor. Sıcaklık mevsim normallerinin üstünde. İnsanlar da dünya da yavaştan yok oluyor. Şu an tüm dertlerinizi bırakmalı, bununla ilgilenmelisiniz. Çünkü dünya olmadan insan, insan olmadan da siz yaşayamazsınız. Bu konuya defalarca değinmemin nedeni de bu. Çok önemli bir konu.

Maskeyi kolunuza takıp bol bol dua ederseniz size bulaşmam. -KORONA- (!)

Peki, dünyayı nasıl değiştirebiliriz?

Her şeyden önce, mümkünse dışarı çıkmayın. Böyle bir imkanınız yoksa, dışarıya çıktığınızda insanlardan uzaklaşın. Böyle bir imkanınız yoksa, maske kullanın ve sosyal mesafe gibi kritik kurallara dikkat edin. Böyle de bir imkanınız yoksa ve elinizden başka bir şey gelmiyorsa, korona olmamaya gayret gösterin ve dua edin. Eğer yaşarsanız, bolca kitap okuyun. Çünkü sizi ancak kitap geliştirebilir. Şu durumda okul da geliştiremez. Okul da çöp oldu çünkü. Bolca kitap okuyun. Kitap okuyarak siz gelişirsiniz. Siz gelişirseniz dünya.

Sakın bir çiviyi küçümseme. Bir çivi bir nalı, nal bir atı, at bir komutanı, bir komutan orduyu, bir ordu koca bir ülkeyi kurtarır. – Cengiz Han-

Benim düşüncem, bütün bunların programlanmış olduğu. Bu dünyayı çıkmaza sokacak kadar başarılı bir tesadüf olamaz. Birileri düşünmüş, uyguluyor. Hatta öyle bir oluşum ki bu, her halükarda kapitalist sistem kazanıyor. Aşı, Amerika’da bulundu, İnsanlar marketlere saldırdı, vs. Şu an ülke bir ekonomik çıkmazda. Bu yüzden kendi paçamızı kurtarmamız lazım. Bu da ancak yerli malına destekle sağlanır. Mesela, gucci logosuna 200 TL vermek yerine 20 TL ye tişört alıp giyerseniz, ülkenin ekonomisine büyük katkınız olur. Ben yaparsam ne olur ki? Diye düşünmeyin. Çünkü dünyayı, ben yaparsam olur diyenler yönetiyor.

Suçu 2020’ye atalım! (!)

Şimdi, tam şu anda, aklınızı başınıza toplayın ve sizi geliştirecek şeyler yapmaya başlayın. Yoksa hem ülkeniz, hem siz büyük bir kıtlığa gireceksiniz. Bu yüzden, bireysel olarak içinizdeki sizi keşfedin, kendinizi geliştirecek kitaplar okuyun, ve gelişime vereceğiniz parayı, zamanı boşuna görüp bir çantaya 500 tl vermeyi uygun görmeyin. Sizin verdiğiniz o 500 tl nin 400 ü o şirketlere kar olarak gidiyor. Adamlar inanılmaz kar elde ediyor. Ve o duruma da, kendilerini geliştirerek geldiler. Bu yüzden, kendinizi geliştirin. Fakat sadece maddi olarak da değil, manevi olarak da geliştirin. Bir gün zengin olup da insan olamayınca ve istediğinizi yapabilince, vicdan azabı çekeceksiniz, bunu da unutmayın.

YENİ SOSYAL MEDYA DÜZENLEMESİ

Hepinizin bildiği üzere yeni sosyal medya düzenlemesi yürürlüğe girdi. Ayrıca sosyal medya kaldırılacak mı? tartışmaları da hızla sürüyor. Peki, yeni sosyal medya düzenlemesi neleri kapsıyor? Sosyal medya kaldırılmalı mı? Kısıtlama mı getirilmeli? Bugün bunlara bakacağız.

İlk önce yeni sosyal medya düzenlemesine bir göz atalım. Edindiğim bilgilere göre ilk madde, kullanımı 1 milyondan fazla olan sosyal medya platformları Türkiye için bir temsilci bulundurması. Yeni düzenlemeyle birlikte, kişi eğer siber bir suça maruz kaldıysa şikayetçi olabilecek.

Sosyal medya, siber suçların, sanal zorbalığın ve bir çok kişisel hak ihlali içeren diğer sabıkaların büyük bir bölümünü kapsıyor. Bu düzenlemeyle birlikte bu hakların korunumuna büyük ölçüde yardımcı olunmuş oluyor. Kanunlarda, siber zorbalığın bir cezası vardır elbette ancak 80 milyonluk bir ülke nüfusunu denetlemekle kimse uğraşmadığı için, siber suç işleyenlerin çoğu arada kaynıyordu. Bu düzenlemeyle birlikte, artık suçlular hakettikleri cezayı alabilecek.

Yasanın devamı ise bu karara biat edilmediğinde alınacak cezaları ve yaptırımları içeriyor. Bana kalırsa düzenleme mis gibi olmuş. Sosyal medyadan gerçekçi bir öldürülme tehdidi alan bir kişi nasıl şikayetçi olmaya cüret edecek? o da ayrı bir konu.

Peki, eğer sosyal medya gerçekten yasaklansaydı, bunun iyi ve kötü yönleri ne olurdu? İşte, sosyal medya yasaklansaydı bunun ne gibi sonuçlar doğuracağı.

1- Sosyal medyayı herkes kullanıyor!

Ortalama internette vakit geçirme süresi konusunda lider ülkelerden biriyiz. Ve sosyal medyayı ülkenin büyük bölümü kullanıyor! Eğer bir yasaklama söz konusu olacaksa, bunun büyük protestolara ve isyanlara neden olacağı kesin. Fakat;

2-Sosyal medya dışında da hayat var!

İnsanların sosyal medya yasaklanırsa eğlenmek ve vakit geçirmek için farklı kaynaklara yöneleceği kesin. Böylece insanlar hayatlarında uğraşacak başka meşgaleler bulurlardı ve her gün saatlerini ekran başında geçirmek zorunda kalmazlardı. Sosyal medya dışındaki hayat da canlanırdı ve insanlar ekran başlarında saatler geçirmek yerine arkadaşlarıyla saatler geçirirdi ve mutlu olurlardı. Yani insanlarda bir uyanış söz konusu olurdu. Tabii bunlar eğer alternatif bir sosyal medya platformu açılmazsa geçerli olurdu. Yukarıda da anlattığım gibi, insanlar ve hayat canlanırdı, ancak ülke?

3-İş yoksa aş da yok!

Toplumdaki insanların azımsanmayacak bir bölümü gelirlerini sosyal medya üzerinden sağlıyorlar. Eğer sosyal medya platformları kapanacak olsaydı, ülkedeki insanların başka gelir kaynağı bulmaları gerekirdi. Ve bu kadar fazla insan gelir kaynağı bulamayacağı için, bazı kişiler ekonomik sıkıntılar çekerdi. İnsanların ekmeğini çıkarabilmesi için çalışması şart. Akıllı çalışmak da insanlara daha fazla para kazandıran faktörlerden biri. Peki akıllı çalışmanın bir numaralı şartı ne?

4-Zeka!

Yukarıda da bahsettiğim gibi, sosyal medya beyin öldürüyor ve zeka seviyesini düşürüyor. Eğer yasaklansaydı, insanlar eğlenmek veya vakit geçirmek için dışarı çıkmak dışında kitap okumayı da tercih ederdi. Bu da ülkede daha zeki bir neslin oluşmasına ve ülkenin güçlenmesine yardımcı olurdu.(Medyayı terkeden insanların bir bölümünün oyuna yöneleceğinden eminim.Ancak bir süre sonra oyun da sıkacağı için insanlar artık farklı seçeneklere yönelecek. Ya da hiç oyun oynamayanlar olacak.)

Bu virüsün doğuracağı toplumsal sonuçlar da olurdu elbette. Mesela sosyal medyadan dertleşerek sıkıntılarını gideren, ya da sosyal medya yoluyla haberleşen insanlar çok büyük sıkıntıya girerdi. Fakat en büyük problem arkadaşsızlık olurdu. Çünkü insanlar gerçek hayatta asosyal olsalar bile sosyal medyada yeni arkadaşlar edinerek mutlu olabiliyorlar. Eğer sosyal medya yasaklanırsa asosyal insanlar da büyük bunalıma girerdi. İnsanlar da bir anda böyle bir sorunla karşılaşınca ne yapacaklarını bilemediği için büyük bölümü bunalıma girerdi. Ve daha nice toplumsal sorunlar baş gösterirdi.

Sonuç olarak, sosyal medyanın yasaklanması ülkeyi kalkındıracak, insanları uyandıracak, huzur ve motivasyonlarını artıracak bir düzenleme olsa da, aynı zamanda toplumsal sorunlar yaratacak, can sıkıntısını arşa çıkaracak, ve bazı insanlara ekonomik sorunlar yaşatacak bir düzenleme. Her ne kadar büyük sorunlar ve avantajlar sağlayacak olsa da, sosyal medyanın yokluğunu her alanda hissedeceğimiz aşikar. Bu düzenleme bizim için iyi olsa da, olmasa da, insanlar buna elbette uyum sağlayacak. Fakat ileride ne olacağını kestirmek imkansız. Belki de dünya düzene girer,belki de karışıklık hakim olur. Ancak unutmayın:
Bir insanın yapabileceğine bin insan akıl sır erdiremez.

YENİ NORMAL NE KADAR YENİ?

Maskeler takıldı, el dezenfekte edildi,  kılıçlar çekildi. Fiyatlar arttı, para azaldı derken kontrollü yeni hayata geçildi. Peki, bu hayat ne kadar yeni?

Bu hayatın ne kadar yeni olduğu sorusunu cevaplamak için çok eski zamanlara gitmemiz gerekiyor. Tarihteki ilk zamanlarda, yaptığım araştırmalar sonucunda, çıkan salgınların bir çoğu Avrupa’da çıkmış durumda. Bunların bazı nedenlerini sefalet, yoksulluk, hijyensizlik, bilgisizlik olarak sıralayabiliriz. Üstelik o zamanlar Avrupa’da salgının yayılma hızı, günümüze göre hayli düşüktü. Çünkü toplu taşıma, restoran(kapalı ortam) gibi salgının çok hızlı yayılmasına vesile olacak şeyler o zamanlar mevcut değildi. Buna rağmen, Kara Veba salgınının milyonlarca insanı öldürdüğü düşünülüyor. Fakat şimdi, salgının yayılma hızı çok daha hızlı. Ancak eski zamanlara kıyasla şimdiki insanlar, teknolojinin de yardımıyla salgından nasıl korunulabileceğini biliyorlar, bu nedenden dolayı da salgının hızı yavaşlatılabiliyor.

Peki, sizce yeni normal, ne kadar yeni?

Yeni normal, dünyada insanların aynı duruma düşmesine, hastalanmasına, ve ölmesine sebep olan farklı bir yaşantı şekli. Dünya çapında yeni normale göre artık dünya ekonomisi krizde, herkesin maske takması, mesafeyi koruması, ellerini sık sık yıkaması gerekiyor. Türkiye de de durum çok farklı değil.

Biraz düşününce, aslında yeni normalin eskiden hiçbir farkının kalmadığı ortada. Eskiden dünyanın bir kısmı sefalet içindeydi, şimdi dünya. Eskiden dünyanın bir bölümünde salgınlar çoktu, şimdiki salgın dünyayı etkiliyor. Eskiden insanların bir kısmı açlık içinde yüzüyordu, şimdi dünya.

Aslında dünya, hiç bir zaman değişmiyor. Salgınlar dünyayı, devrimler insanları değiştiriyor. Ancak tarihte, salgın hastalıklardan korunmanın yolunun hijyenden geçtiği bilinmez iken, insanlar temiz olmaları gerektiğini her zaman biliyorlardı. Eğer herkes bu kadar temiz olsaydı, dünya bu hale gelmezdi. Hem maddi olarak hem manevi olarak. Doğal afetler bu kadar çoğalmazdı. İklim bu kadar değişmezdi. Herkes eğer bunun bilincine varsaydı, dünya belki de daha güzel bir hale gelirdi. Ancak iyilik de kötülük de yaratıldı ve ilk yaratılan insan, kötülüğü seçti. Bununla beraber, insanların kötülüğe yatkın olduğu kanıtlanmış oldu.

İnsan her yerde aynı insandır; bir insanın yaratılışında asalet yoksa kâinatın tacını giyse yine de çıplak kalır. -Montaigne-

Dünyanın bize yaptığı salgın, sel gibi felaketleri büyütenler bizleriz. Bunun için ne 2020, ne de dünya suçlanabilir. Sadece insanların yaşadığı tarihsel değişimler, dünyayı değiştirdi. Yoksa dünya, her zamanki gibi aynıydı.

Son olarak, insanlar her zamanki gibi kendi çıkarları peşinde koşuyor, ve kimsenin sözünü dinlemiyor. Bu, eskiden devrimlerle, şimdi protestolarla kanıtlanmış bir şey. Kim güçlü, kim güçsüz kimsenin umurunda değil. Bu dünyada, lider olmadığın sürece senin de bir koyundan farkın kalmıyor. Sürünün başındaki kurt olmak istiyorsan da, önce kendini, sonra insanların senin hakkında söylediklerini yenmen gerekiyor. Dünya, bu haldeyken insanlar, sizce neyin kavgasını yapıyorlar? Elbette üstün olmanın. İnsanlar, ilk başlarda sadece ticaret yapıyorlardı. Onların elindekinin, karşısındakinden daha iyi olduğunu fark ettiklerinde de dünyada üstünlük varoldu. Peki, bu üstünlük nasıl varoldu? Kabil’in, Habil’den farkı neydi? Yoksa dünya, insanların her devirde farklı bir boyuta soktuğu, ancak hep aynı yerde takılı kalan bir yer miydi? Yoksa dünya, tüm varoluş gayelerinden öte, sadece üstünlük sağlamak için yaratılmış bir oyun muydu?

Üstün insan, kimsenin yolu üzerinde değildir. -Thomas S.Eliot-

İşte benim işte senin işte onun diye

Paylaşıyorsun hayatı üç kuruş sevginle

Ne? O da mı aldattı seni be?

Ee? Ne kaldı geriye?

-maNga- (Bir Kadın Çizeceksin şarkısı’ndan)

Dünya, bir labirent gibi. Hep değişik yerlerden geçseniz bile, sadece bir doğru var. Yanlışlar ise, labirentteki gibi fazla ve yanıltıcı. Sadece doğruyu bulmak bile bu kadar zorken, dünya neden bu hale geldi diye düşünmek herkesin hakkı elbette. Fakat her şeyden önce, bir yarıştasınız ve üstünlük sağlamak için, dünyadakileri sollamak zorundasınız. Bu yazıyı, şu kelimelerle bitirmek istiyorum:


Neden bu düzen böyle?

Neden herkes sahte?

Sonra, duracaksın, bakacaksın çaren yok,

Devam edeceksin yalandan yaşamaya… -maNga- (Bir Kadın Çizeceksin şarkısından)

AHMET SÜMBÜLLÜTEKİN İLE DEDEKTİFLİK MACERALARI

Havanın esrarı, gecenin ışığında yanan aklındaki düşünceleri çeliyordu. Bu gecede bir tuhaflık var gibiydi. Sanki, yeni ve çok esrarengiz bir vaka geliyordu.

Dedektif Ahmet Sümbüllütekin, dünden kalan işlerini halletmek için ofise gelmişti. Ancak işleri sandığından daha da uzamış ve geceye kalmıştı. Şimdi de bütün işlerini bitirdiği için gazete okuyordu. Birazdan eve doğru harekete geçecekti.

Birden, sokaktan gelen sesle irkildi. Oturduğu yer çok tekin değildi. İnsanlar buraya çok nadir gelirlerdi. Aniden gelen silah sesleriyle hemen sokağa atıldı. Ancak artık çok geçti, olan olmuş, ölen ölmüştü. Bu kısa ve esrarengiz ölümü araştırmak isteyen Ahmet Sümbüllütekin, olayını yaşandığı yere doğru hareket etmeye başlamıştı. Ölen kişi, başından aldığı sert bir darbeyle yere yığılmıştı. Deliklere bakılırsa kendisine iki defa ateş edilmişti. Ayrıca üzerinde kan olmadığı belli olan, garip, mavimsi bir madde vardı. Ahmet Sümbüllütekin, bu vakayı çözmek için araştırmalara başladı. Kan izlerini dikkatle inceledi ve katilin cesedi sürüklemeye çalıştığını, ancak kendisini görünce koşmaya başladığı kanısına vardı.

Aradan iki gün geçmişti. Ahmet Sümbüllütekin, araştırmalarını sürdürüyordu. Birden içeriye boylu poslu, saçları uzun, mavi gözlü bir adam çıkageldi.

-Dedektif, kardeşim Mehmet, öldürüldü!

-Önce biraz oturun, soluklanın. Olayı baştan anlatın. Nerede öldü, nasıl öldü? Bütün bunları bilmem gerekiyor.

-S..Siz de duydunuz! Dün, sizin ofisinizin hemen dibinde, vahşice katledildi!

Ahmet Sümbüllütekin, bir anda irkildi. Doğrusu, kendisi hiç böyle bir çıkış beklemiyordu.

-Peki, nasıl oldu?

-Durun, size olayı baştan anlatayayım.

Biz kardeşimi evlatlık olarak aldık. Ailesi ona çok kötü bakmıştı. Her yeri yara bere içindeydi. Yaklaşık 15 yıl boyunca kendisi bizimle birlikte yaşadı. Bundan sonra, evden düzenli aralıklarla çıkmaya başladı. Nereye gittiğini bilmiyorduk. Bize haber vermeden her gün dışarıya çıkıyor, sonra gece yarısı tedirgin bir şekilde eve geliyordu. Kendisine engel olmaya çalıştık, ama başarılı olamadık. En son babam dayanamadı ve kardeşimden bıktığını söyledi. O günden sonra da kardeşim evden kaçıp gitti. Bir daha da asla bulamadık. Fakat dün gece, vahşice öldürüldü! Ben de haberlerden öğrendim. Ç..Çok zor durumdayım. Lütfen bana yardım edin.

-Pekala, şimdi sizlere birkaç soru soracağım. Öncelikle, kardeşinizin gittiği yer ile ilgili bir bilginiz var mı?

-Hayır, fakat çok uzaklara gitmiyordu. Birkaç saat içinde dönüyordu.

-Babanız sinirli biri midir? O gece kardeşinize bağırmasındaki sebep nedir?

-Bilmiyorum. Aslında çok sinirli bir insan değildir. Ara sıra alkol kullanması dışında bildiğim kötü bir alışkanlığı da yoktur.

-Neden aileniz çocuğunuzun gitmesine engel olmadı?

-O gece annem evde değildi. Babamsa çok sinirliydi. Zaten o siniri yüzünden kardeşim gitti ya…

Yeni gelen müşteri, bunu duyduktan sonra ağlamaya başladı. Bir yandan ağlıyor, bir yandan da kardeşinin öldüğüne dert yanıyordu.

-Pekala. Bu yeni meseleyi çözmek için elimden geleni yapacağım. Ancak siz yine de moralinizi yüksek tutun. Dedi Ahmet Sümbüllütekin.

Müşteriyse cevap vermeden ağlaya ağlaya çıkıp gitti.

Ahmet Sümbüllütekin, bir yandan çok yoğun olarak çalışıyor, bir yandan da bu olaya neyin sebep olacağını düşünüyordu. Birden aklına, cinayetin işlendiği yerdeki garip mavi sıvı geldi. Bu sıvının ne olduğunu araştırmaya başladı. Aklına, bunun bir zehir olabileceği fikri geldi. Ancak bu, çok gereksiz ve saçma olurdu. Neticede bir insana hem zehir içirip hem öldürmek akıl karı değildi. Belli ki çocuk, hem eski ailesi tarafından, hem de yeni ailesi tarafından çok dışlanmıştı. Aklına, katilin eski ya da yeni aileden birisi olabileceği geldi. Fakat daha detaylı bilgi almak için, ofisinin çok yakınındaki olay yerini incelemesi gerekiyordu. Ancak polisler, suç mahalline girmelerine izin vermedi.

-Üzgünüm ancak buraya giremezsiniz. Burası bir suç mahalli.

-Ben de tam bunun için gelmiştim. Dedektifim ve eğer izin verirseniz sizlere ölen kişi hakkında önemli bilgiler aktarabilirim.

-Maalesef girişinize izin veremem.

Ahmet Sümbüllütekin, araştırma iznini uzattı.

Çok ciddi bir şekilde,

-Bu, girmeme yardımcı olur mu acaba? Diye sordu. Sonra da suç mahallini incelemeye başladı.

Suç mahallinde gördüğü kadarıyla olay yerinden gittiğinden beri değişen bir şey yoktu. Buradan kan ve doku örnekleri aldı. Ayrıca küçük bir şişenin içine bu garip mavi sıvıyı koydu. Bütün bunları, laboratuvarında bizzat kendisi araştıracaktı. Polislere sordu:

-Sizler, henüz bir şeyler bulabildiniz mi?

-Görgü tanıklarıyla konuştuk. Söyledikleri kadarıyla cinayetin işlendiği saatte elektrikli testere sesleri duyulmuş ve kurban ölmeden önce bir motor sesi duyulmuş. Çıkarımlarımıza göre katil, motorsiklet ile kaçmış.

Ahmet de kendi bildiklerini polislere aktardı. Ofisine dönünce de tüm bu bildiklerini düşünmeye başladı. Bir yandan tüm bu olanları düşünürken, bir yandan da bu garip mavi sıvının ne olduğunu düşünüyordu. Olay yerinden kaçarken katil, motor kullanmıştı. Bu sıvı antifriz olabilirdi pekala. Fakat etraflarında yetişen yaban mersininin suyu olma ihtimali de vardı. Ahmet, bunu bir süre düşündü.

Ahmet kan ve doku incelemesi yaparken, birden kanın içinde yüzen yapışkan bir madde olduğunu farketti. Tabii ya! Nasıl düşünemezdi! Bu, kesinlikle bir reçineydi. Belli ki ağaç önceden kesilmiş, reçinesi de alınmıştı. Fakat bu reçine, neden kurbanın kanındaydı? Ahmet, bunu düşünmeye başladı. Bir süre düşündükten sonra, bir hipotez çıkardı:

Kurban ölmeden önce katil, etraftakiler kendinden şüphelenmesinler diye ağacı kesmeye başlamış. Etraftakilerin yavaş yavaş gittiğini görünce, önce kurbanın kafasına bayılması için vurmuş, sonra da testereyle vahşice öldürmüş.

Peki, bu mavi sıvı neyin nesiydi? Bir süre düşündükten sonra, bunun cinayetle bir ilgisi olmadığı kanısına vardı. Neticede cinayet zehirleyerek değil öldürülerek işlenmişti. Bir süre düşününce, aslında ölen çocuğun gizlice gittiği yerin eski ailesinin yanı olabileceği gelmişti. Belki de her gece gizlice eski ailesinin yanına gidip geliyordu. Belki de, sadece dolaşıp geri geliyordu. Bütün bunların hepsi mümkündü. Ofiste bunları düşünürken, kapı çaldı. İçeriye, daha önce de gelen, kurban’ın abisi girdi.

-Selam Dedektif. Ahmet ile alakalı elime çok güçlü bir bilgi geldi.

-Bana da aktarabilir misin?

-Kurban, silahla değil, zehirlenerek öldürülmüş. Bilinen bilgilere göre, kanlar başka bir kişiye aitmiş.

Ahmet Sümbüllütekin, bu bilgi karşısında tatmin olmuştu. Yüzünden, ne kadar mutlu olduğu anlaşılabiliyordu.

-Bu bilgi için teşekkürler. Birkaç saat içerisinde araştırmam bitmiş olacak. Emin ol, bu olay seni olduğu kadar beni de şaşırttı.

Aradan birkaç saat geçti. Kurbanın abisi, tekrar ofise gelmişti. Ahmet Sümbüllütekin, olayı anlatmaya başladı:

-Kardeşin buraya, belli ki bir şeyler aramak için gelmiş. Gelirken de yanına, ne olur olmaz diye de bir tabanca almış. Ardından karşısına çıkan ilk kişi kardeşine saldırmaya çalışırken kardeşin hemen silaha dayanmış ve karşıdakini göğsünden yaralamış. Bundan sonra karşıdaki kişi, kendisinin öldürdüğü belli olmasın diye önce kurbanı bayıltmış. Sonra da zehri kurbana içirip kurbanı sürüklemeye başlamış.  Ancak kendisine  farklı yerlerden ateş açılınca motora binip uzaklaşmak için kaçmaya başlamış. Motora binince tekerlekleri patlamış. Sonra motoru süremeyeceğini anlayıp bir yere saklanmış. Tehlike geçince de motoru kullanamayacağı için gece ormanda kalmaya karar vermiş. Yanındaki testereyle de ağacı kesmiş ve eline reçine yapışmış. Bundan sonra ön taraftan tekrar kendisine ateş açılmış. O da gerisingeri kardeşinin olduğu tarafa doğru koşmaya başlamış. En son aldığı darbeler sonucunda ölen kardeşinin olduğu yere yığılı kalmış. Ateş açan kişi, ölmediğini görünce de katile iki el daha ateş sıkmış, sonra da kayıplara karışmış. Bu arada, gazetelerden edindiğim bilgilere göre kardeşin geceleri ailesinin yanına, bir sığınağa gidiyormuş. Sığınaklar yıkılınca, ailesi civarda bir yerlerde kalmaya başlamış. Kardeşin de oraya, ailesini bulamadığı için aramaya gitmiş.

-Peki, o mavi sıvı neydi sence?

-Belli ki, profesyonelce hazırlanmış bir zehirdi. Kimin böyle bir suikast hazırladığı bilgisi ise hala gizemini koruyor.

Mavi bir sıvı içen kurbanın abisi şöyle dedi:

-Efendim? Bir şey mi dedin?

SON

HAPİSTEN KAÇIŞ: BÖLÜM 1: NARKOTİK TEHLİKE

Adım Ahmet Sümbüllütekin. 27 yaşındayım. Bir araba tamircisiydim. Tamir ettiğim bir arabanın sahibinin adı büyük suçlara karıştı. Ben de onun suç ortağı olduğum şüphesiyle gözaltına alındım. Yanlış yargının sonucunda da hapse düştüm. Bir gün, hapishanede otururken aklıma çılgınca bir hapisten kaçma planı geldi. Bunlar da, hapishaneden kaçarken yaşadığım maceralarım.

Bu sabah havada gizemli bir esrar vardı. Havaya sanki karanlık bir hüzün çökmüş, herkes ölü gibiydi. O sabah yaşanacak olaylardan kimsenin haberi yoktu. Birden hapis arkadaşım Kerem çok tuhaf bir fikir attı ortaya.

-Acaba şu gardiyanları nöbetteyken bayıltsak mı?

Tüm hapistekiler buna gülmüştü. Bense bu teklifi düşünmeye başladım. Hapishanenin klinik bölümünde küçük bir delik vardı. Sanki içinde bir poşet var gibiydi. Fakat içindekileri tam göremiyordum, çünkü delik çok küçüktü. Merakımdan o deliğe kırmaya ve içindekini görmeye karar verdim. Ancak duvarlar çok sağlamdı ve orayı kırmak için bir çekice ihtiyacım vardı.  Bir anda aklıma hapishane’nin bir bölümünün tamir edildiği geldi. Belki orada çekiç veya benzeri bir şeyler bulabilirdim. Tam oraya doğru giderken yemekhanede bir kavga çıktığını gördüm. Kavga cılız ve şişman olan iki kişi arasında yaşanıyordu. Merak edip yanlarına gittim. Tam ne oluyor demeye kalmadan güçlü olanın masayı kırdığını farkettim. Bir anda yemekhaneye tüm gardiyanlar geldi. Ben de fırsat bu fırsat diyerek tamir bölümüne doğru yol aldım. Oradan aldığım çekiçle klinik bölümündeki deliğin olduğu yeri kırdım. Burada küçük bir poşet olduğunu farkettim. İçinde narkoz benzeri sıvı bir madde vardı. Biraz daha inceleyince bunun narkoz olduğunu farkettim. Fakat her tarafta kameralar vardı. Ben de bu poşeti nasıl alacağımı düşünmeye başladım. Bir anda gardiyan sesleri duydum. Buraya doğru geliyor olmalılardı. Kapının arkasına saklanarak beklemeye başladım. Gardiyanlar gelir gelmez de çevik bir hareketle poşeti aldım ve içindeki narkozla iki gardiyanı da bayılttım. Narkozu alır almaz alarm çalmaya başladı. Hapishane Müdürü yanıma gelerek bana silah doğrulttu. Hızlı bir hamleyle silahı elinden almayı başardım. Bu sefer şanslıydım. Ancak tüm hapishane yönetimi başıma toplanınca bir anda ne yapacağımı şaşırdım. Bundan sonra gardiyanlardan kaçmaya başladım. Bir anda hepsi bana ateş açmaya başladılar. Yukarıda küçük bir havalandırma deliği vardı. Jimnastik yeteneklerimi de kullanarak hızlı davranıp oraya atladım ve deliği kapattım. İçerisi çok karanlık ve dardı. Sürünerek ilerlemeye başladım. Ancak çok zor ilerleyebiliyordum. Bundan sonra aklıma müdürün odasında da böyle bir delik olduğu geldi. İki deliğin de birbiriyle bağlantılı olma ihtimali vardı. Ben de bu ihtimali göz önüne alarak ilerlemeye devam ettim. Tahminlerimde yanılmamıştım. Genel Müdür odasının olduğu yere gelmiştim. Hemen havalandırma deliğini açtım ve içeriye atladım. Bu odayı hiçbir kamera görmüyordu. Arkadaki çıkış kapısından geçmek için sadece bir anahtara ihtiyacım vardı. Çok geçmeden odada bu anahtarı buldum. Ancak bir anda yanıma hapishane arkadaşlarımdan üçü geldi.

-Siz buraya nasıl geldiniz? Diye sordum.

Onlar da:

-Sen şimdi bizim buraya nasıl geldiğimizi bırak, nasıl kaçacağız onu söyle dediler. Ben de onlara anahtarı bulduğumu ve arka kapıdan çıkabileceğimizi söyledim. Ancak ben onlarla konuşana kadar diğer gardiyanlar bizi farketmişti. Bir anda öleceğimizi düşünmüştüm. Ancak müdür odasındaki çekmecenin içinde bir çakmak buldum. Cebimdeki narkozu yaktım ve kapıyı açarak kaçmayı başardım. Sonra bir motor buldum ve buna atlayarak ilerlemeye başladım. Bakalım başıma neler gelecekti.

DEVAM EDECEK

ÖZ ELEŞTİRİ: NERELERDE HATA YAPIYORUM, YANLIŞLARIM NE?

Hepinize selam dostlar. Bugün, normal konseptimden uzaklaşarak ekstra bir post atmaya karar verdim. Başlıkta da gördüğünüz gibi, bugün kendimi eleştireceğim.

Öncelikle kendi yazılarımı okurken şunu farkettim ki aynı kelimeyi çok fazla kullanıyorum. Bu, okuyanı rahatsız ettiği kadar okuma isteğini de kaçıran bir şey. Ayrıca imla kurallarına, noktalama işaretlerine, mantık hatalarına kimi zaman dikkat etmiyorum. Bütün bunlar, okuyucunun okuma isteğini kaçıracak şeyler arasında yer alıyor. Ancak bununla birlikte, yazdığım yazıların iyi yönleri de var. Bunlardan biri de değindiği konular. Ayrıntılı ve kişisel bir şekilde, işte kendime yaptığım eleştirim:

KÖTÜ YÖNLERİ:

1- YAZDIĞIM YAZILAR BAZEN GERÇEKTEN DE ÇOK SIKICI OLABİLİYOR.

İnsanların, hayattan biraz uzaklaşmak, kafa dağıtmak ya da hoşlarına gittiği için post okuduklarını biliyorum. Ancak araştırmacı, kafa dağıtan, eğlenceli ve ilginç postlar, benim sitemin tarzına hiç yakışmıyor. Bunun için arada sırada konsepti dağıtmaya çalışıyorum, ancak yine de zaman zaman yazdığım yazıların sıkıcı olduğunu ben de farkediyorum.

2- BU KADAR HATA YAPILMAZ Kİ!

Okuyucunun okuma zevkini kıracak o kadar fazla hata yapıyorum ki… Bunlardan bazıları harf hataları, kullanım hataları, noktalama hataları, gereksiz sözcük kullanımı, yanlış sözcük kullanımı, mantık hataları. Ve bu hatalar arttıkça artıyor. Kelime araştırmak yerine benzer kelimeler kullanmaya çalışırken bazen saçmalayabiliyor veya diyeceğim şeyi iyi ifade edemeyebiliyorum. En çok okuma şevkini kıran hatalarım ise aynı kelimeye, konuya, ifadeye, düşünceye tekrarlarca düşmek, kullanım hataları ve yanlış sözcük kullanımı oluyor. Sanırım postlarımı atmadan önce iyi bir denetimden geçirmem gerekiyor.

3-ANLATIM KITLIĞI

Bazen anlatacağım konuyu iyi anlatamadığım, tabir edemediğim için postlarım çok anlamsız ve saçma olabiliyor. Anlatma konusunda kendimi geliştirmem lazım. Sadece imla kuralları açısından değil, ana fikri, düşünceyi aktarmaya çalışırken farklı konulara sapabiliyor veya yukarıda bahsettiğim hatalardan yapabiliyorum.

Tabii bu üç büyük hatanın yanında, postlarımda farkettiğim üç güzel şey de var.

1-ANLATIM BİÇİMİ

Her ne kadar az önce anlatım kıtlığından bahsetmiş olsam da, anlatmayı becerebildiğim veya araya iki mantıklı söz sıkıştırabildiğim yerleri okurken, bazen ben de tatmin oluyorum. Yani, kullandığım kelimelerin yarısını yanlış kullanıyorsam, bir o kadarını da mantıklı yerlerde kullanıyorum.

2-KONUSU

Yazdığım yazılarda değindiğim konular, genelde toplumun ciddi sorunları veya herhangi bir konu hakkındaki eleştiri oluyor. Konsepti dağıtmak amaçlı attığım postlar hariç genelde attığım postların konusunun ilgi çekici ve iyi konular olduğunu düşünüyorum.

3-TARZI

Hepiniz farketmişsinizdir. Yazdığım yazılarda asla sıradanlığı benimsemiyorum. Farklı bir tarzda yazı yazıyorum ve bu tarzın da etkileyici olduğunu düşünüyorum.

Tabii, her ne kadar yukarıda kendimi övmüş veya kendime kızmış olsam da, herkesin yaptığı gibi benim de yaptığım bazı iyi şeyler ve hatalar olabiliyor. Peki, sizce benim yazılarda yaptığm en büyük hata veya en iyi şey hangisi?

NE KADAR AÇIZ?

Siz hiç daha önce düşündünüz mü? Ne kadar açız diye… Hayır hayır, sadece fiziksel açlıktan bahsetmiyorum, huzura, sevgiye, mutluluğa, samimiyete, barışa, saygıya, medeniyete…

Hepinizin bildiği üzere maalesef yeni toplum medeni bir şekilde yetişmiyor. Artık yeni dünya düzeniyle birlikte insanlar da değişiyor, bununla birlikte doğa da. İnsanlar, doğasız yaşayamayacaklarını bilmiyorlar.

İnsanlar kendi içlerindeki doğayı yaşatmak için dünya’nın doğasını katlediyorlar…
-Ben :D-

Söz konusu medeniyet. İnsanlar, artık medeniyetten medet ummuyorlar. Kendilerinin medeniyetsiz bir toplum olduğunu düşünüyorlar. Azı, çoğu farketmiyor. Böyle bir düşünce tarzı, bence dünyamızdaki en büyük sorun. Herkesin önce kendini, sonra toplumu düzeltmesi gerekiyor. Kişi, kendini düzeltmediği sürece ceza’nın hiç bir önemi kalmıyor. Gündelik hayatta bunların bir çok örneğini görebilirsiniz! Bir örnek de ben vereyim;

Mesela maske takmamanın cezası 900 lira olmasına rağmen insanların bazıları maske takmıyor. Aranızdan “Olabilir, 80 milyon insan arasında illaki maske takmayan çıkacak?” diyenler olacaktır. Ancak üzülerek söylüyorum ki maske takmamanızın cezası 900 lira değil, bir insan canı.

İnsanlar, maalesef ölümü yaşamadıkça ne denli büyük bir bela olduklarını tahmin edemiyorlar. Bu, elbette değiştirebileceğimiz bir şey değil. Toplumdaki herkes ölen insanın neler yaşadığını tahmin edemez. Ancak eğer herkes “Maske takmasam ne olur ki” diye düşünmek yerine “Maske takmak boynumun borcu” diye düşünürse, belki de toplum düzelir. Bu yüzden her şeyden önce insanlara, bunu düşünme bilincinin yerleştirilmesi gerekir. Sonuçta, kötülüğü, idam edemez ya da hapsedemezsiniz. Ancak iyi düşünceler ile değiştirebilirsiniz.

O kadar vahşi yaratıklarız ki, sevdiğimiz biri olmadığı sürece kimin ölüp kimin kaldığı hiç umrumuzda olmuyor. Can aynı can, ruh aynı ruh, insan aynı insan. Farklı bedenlerde olsak da ecel bizi aynı ruhlarda birleştiriyor.

Topluma, öncelikli aşılanması gereken şey ahlak elbette. Ahlakın da yolu, ahlaksızlıklara göz yummamaktan geçiyor. İnsanlar, dur demek yerine #DurDe etiketi açıyorlar. Sonuç? Toplum farkındalığı dışında bir hiçlik.

Bizler, unutkan canlılarız ve başkalarına yapılanları unuturuz. Farkındalık yaratmak için bir heştek açmak da işleri çözmez. Çünkü başımıza gelmediği sürece hiç bir şeyin önemi yoktur bizim için. (Sevdiklerimiz ve hayatımızdakiler dışında.)Dolayısıyla o açılan heşteklerin de bizim için hiç bir önemi yoktur. Ta ki, bunlar bizim de hayatımızın bir parçası olana kadar. Bu kötü alışkanlıklar, hayatımızın bir parçası olunca, artık çok geçtir. Bugün durdurmadığınız kötülük, gün gelir sizin, veya sevdiklerinizin, değer verdiklerinizin başına patlar. İşlerin bu düzeye gelmemesi için de, Twitter’dan #DurDe demek yerine, aslında “Toplumda bu sorunu nasıl çözeriz?” diye düşünmek gerekir. Her şeyden önce de, harekete geçmek.

Uygarlık bir harekettir, bir durum değil. Bir yoldur. Liman değil… (Arnold Toynbee)

Arkadaşlar, efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır. -Atatürk-

Tabii, her şeye dur demek bu kadar kolay değil. Sizin önünüze elbette engeller çıkar. Bunlar, kimi zaman insan, kimi zaman düşünce, kimi zaman ise manevi bir engel olabilir. Önemli olan, tüm bunları hiçe sayarak yola koyulmak.

Kötülük, bir nevi canavar gibidir. Önüne gelen herkesi içine alır ve yoluna devam eder. Manevi yönden zayıf kim varsa içine alır, iyiliktense nefret eder. Kötülüğün ruhu hep açtır, sevgi dolu, saygılı, medeni kim varsa içine alır ve yer. Ancak yine de aç kalır. Sizler de eğer durdurmazsanız bu kötülüğün bir parçası haline gelirsiniz. Ne kadar iyi duygu, iyi insan köreltseniz de size yetmez, daha fazla istersiniz. Sizi kötülüklerden koruyabilecek tek şey inancınız, ve kalbinizdir.

Gerçek uygarlık insanın yüreğinde değilse, hiçbir yerde yoktur. -Dunamek-

İşte, insanlar bu yüzden hep aç. Hem gözleri, hem kalpleri. Hepsi, bir zamanlar iyi kalplerinden öte, medeniyete, insanlığa, saygıya, sevgiye, barışa aç. Ve her zaman da aç kalacak.

Sonuç olarak, mutlu olmak istiyorsanız önce kendinizi, sonra toplumu değiştirin. İyiliği de kötülüğü de katletmek için uğraşmayın. İkisi de ölümsüzdür. Ancak sizin iyi düşüncelerinizle ve iyi kalbinizle değişebilir. Ve unutmayın:

Ruhumuz, bedenimizin bir parçası olmakla beraber, arzularımızın da bir parçası. Biz, iyilikle beraber kötülükle birlikte yaratıldık. İkisi de, herkesin içinde eşit miktarda yaratıldı. Bazıları, içindeki iyiliği ortaya çıkardı, bazılarıysa, kötü oldu ve hep öyle kaldı…

HARRY POTTER

SPOİLER İÇERİR.

NOT:Bahsettiğim her şey, benim kişisel düşüncelerim ve filmden çıkarımımdan ibarettir. Gerçekler farklı olabilir. Yazdıklarım tamamen şahsidir.

NOT 2: Filminin eleştirisidir, kitabının değil.

Bir insan sitesinin adının hakkını hiç mi veremez yahu? Yazdığım yazılar arasında bir tane bile film ile alakası olan post yok! Bugün, buna bir dur demeye karar verdim ve yeni bir film eleştirisi yapacağım. Adı:

HARRY POTTER

Öncelikle şunu söylemeliyim ki bana kalırsa film, o zamanın şartlarına göre gayet iyi çekilmiş. Efektleri de aynı şekilde. Filmin hikayesi ise Harry Potter adlı bir çocuğun annesinin ve babasının öldürülmesi, ancak kendisine saldırıldığında ölmemesi ve bu saldırıyla birlikte kendisine bazı yeteneklerin geçmesi. Bu yeteneklerinden ötürü olsa gerek, Hogwarts Büyü Okulu’na çağırılıyor. (Bu okulda adı üstünde çoğunlukla büyü öğretiliyor.) Ancak bu okulda başına tahmin edemeyeceği şeyler geliyor. Film de aslında bu maceralarını konu alıyor.

Ayrıca Harry’nin iki tane daha arkadaşı var. Bunlar Ron Weasley ve Hermoine. Filmde Harry Potter’ın başına gelen bu olayların asıl nedeni ise Safkan/Melez ayrımı. Hemen Anlatayayım:

Şöyle ki Büyücülük Okulu’nda büyü yapmaya yatkın çocuklar okutuluyor. Bunlardan bazıları Safkan, yani türündeki, ailesindeki ve sülalesindeki herkes tamamiyle büyücü, Melezler’in kısmen büyücü, Mugglelar’ın ise büyücü değil. (Muggle= Normal, büyü yapamayan insanlara verilen ad. Yani büyücülük okulu’na gelen muggle kökenliler’in sülalesindeki herkes büyü yapamıyor.)

Ayrıca bu kişiler, farklı gruplarda tutuluyor. Slitherine grubunda Safkanlar, Gryffindore grubundaysa Muggle’lar yer alıyor. Tahmin edebileceğiniz gibi bu gruptakiler birbirlerini pek sevmiyorlar. Başka gruplar da var ancak filmde çok geçmiyor.

Bu filmde ayrıca bir de kötü karakter var. Adı Voldemort. Kendisi, büyü dünyasında sadece Safkanların bulunmasına izin veren, Ayrıca Harry Potter’ın anne ve babasının öldürülmesine vesile olan bir çeşit yaratık.

Son olarak bir de Ruh Emiciler var. Bunlar da adı üstünde ruh emiyorlar.

Ana karakterimiz de Harry Potter. Kendisinin bir çeşit Safkan/Muggle olup olmadığını tam olarak bilmiyorum. Ancak çok iyi bir büyücü. Ailesini öldüren Voldemort’un askerleri, onu da öldürmek için peşlerine takılıyorlar. Ayrıca Voldemort da. Harry de onlarla mücadele etmek için elinden geleni yapıyor. Filmin ana konusu da zaten bu mücadele.

Filmin eleştirel kısmına gelecek olursak bence film, biraz kendini tekrar etmekte. Yani, hep mücadele, hep azim, hep büyü bir süre sonra sıkabiliyor. Buna rağmen, filmde farklı bir konsept olması, zaman zaman eğlenceli ve fantastik olması, bu kötü özelliklere karşılık olarak gösterilebilir. İşte, detaylı olarak filmin iyi ve kötü yönleri.

İYİ YÖNLERİ


Film, bir filmden beklenmeyecek kadar ayrıntıya ve farklılığa sahip. Gerçek dünyada bekleyemeyeceğiniz şeyler filmde var. Mesela gerçek hayatta otobüsü bir kurukafa’nın sürmesini, veya okulda hayaletlerin dolaşması, yahut duvarların arasından geçip tren durağına girilmesini beklemezsiniz. Bu farklılık, filme ayrı bir hava katıyor. Diğerlerinden ayırıyor. Yani, bu filmin kendine has bir evreni var. Bu evren de sizi içine çekiyor ve dünyadan uzaklaştırıyor. Film, bir aralığına dünyadan ve dertlerden uzaklaşarak kendi dünyanızın içine girmek ve farkına varmak için birebir. Yani, aslında filmdeki evrende siz de kendi dünyanızı yaşıyorsunuz. Ve bu evrene girdiğinizde, aslında çok sıradan bir yer olmadığını farkediyorsunuz, yani eğlenceli. Ayrıca filmde Harry Potter’ın başka düşmanlarıyla savaşırken o evrenin etkisiyle de hissedilen heyecan, sizi tatmin edecek derecede eğlendiriyor.

KÖTÜ YÖNLERİ

Her ne kadar yukarıda bir dolu iyi özelliğinden bahsetmiş olsam da, aslında filmin bir o kadar da kötü özelliği bulunuyor. Bir kere filmde bazı spor müzakaraları var. Hogwarts okulunda büyü öğretildiği gibi spor da yapılıyor. Hatta kendilerine has bir sporları bile var. Ancak bu spor sahneleri filmi asıl konseptinden uzaklaştırıyor. Ayrıca filmin konusu sürekli tekrarlanınca bir süre sonra sıkmaya başlıyor. Yendi, yenildi, yenecek, yenmek üzere derken can sıkıntısı baş gösteriyor. Yani film genel itibariyle eğlenceli, ancak eğlenceli olduğu kadar sıkıcı sahneleri de mevcut. Ayrıca filmde karanlık bir tema mevcut. Sürekli bir mücadele içindeler. Neredeyse hiç nefes almadan savaşıyorlar, mücadele ediyorlar. Zaten Hogwarts Büyücülük Okulu’nda da kötü ruhlar çok fazla var. Ve bunlar, Harry Potter’ı ve arkadaşlarını rahatsız ediyor. Hem de aşırı miktarda.

Yukarıda konseptten uzaklaşmalarının sıkıcı olduğunu söylemiştim. Ancak konudan hafifçe saparak konseptten uzaklaşsalar, daha iyi olabilir. Mesela spor gibi filmin genel konusuyla hiç ilgisi olmayan bir şey yapacaklarına, boş sahnelere büyüyle ilgili fakat mücadele içermeyen bir şeyler koysalar, hem konudan çok uzaklaşmazlar, hem de konsept değişmiş olur.

Evet! Film genel itibariyle böyle. Sonuç olarak, hem küçük bir ara vermek, hem de bu zalim ve bıktırıcı dünyadan uzaklaşmak için, ayrıca karantina stresinden biraz olsun kurtulmak için güzel bir seçenek. İzlenmeyi kesinlikle hak ediyor.

(SPOİLER) Bu arada, bir büyüyle adam öldürülebiliyor muydu ya?!

WordPress.com ile böyle bir site tasarlayın
Başlayın