İNSANLIKTAN UZAK BİR GELECEKTE-BÖLÜM 1

Yıl 2250. Dünya yok olmak üzereydi. İnsanoğlu çığrından çıkmış, tüm ağaçları kesmiş, tüm oksijeni bitirmişti. Dünyadaki insanların bir çoğu ölmüştü. Kalanlar ise oksijen maskesi ile yaşam mücadelesi veriyordu. Bu zorlu şartlar altında yaşamayı başaran çok az insan vardı. Onlardan birinin adı ise Mustafa idi. Kendisi 17 yaşındaydı. Ancak yaşadıklarının verdiği olgunluk ile henüz o yaşta çok büyük başarılar elde etmişti. Her şey onun için çok normal geçmişti. Her ne kadar dünya yok olmak üzere olsa da onun hayatı tekdüze idi. Ta ki o güne kadar…
Aylardan Temmuz, günlerden Çarşambaydı. Mustafa, yine her zamanki gibi dışarı çıktı. Yakınlarında bulunan bir harabenin etrafında gezinecekti. Bu harabe, sanki bir canavarı andırıyordu. Camları kırık ve yere dökülmüş, çatısı içeriye çökmüş, evin içinde türlü türlü böcekler vardı. Buna ragmen Mustafa, orada gezinmek için yola çıktı. Her şey normal gidiyordu. Birden nereden geldiğini anlamadığı garip bir ses duydu. Bu ses, daha önce duyduğu hiç bir sese benzemiyordu. Ne olduğuna anlam veremedi. Korkmuştu. Evine dönmek istiyordu. Ancak birden etrafı karardı. Her taraf kapandı. Mustafa, adeta ölümü bekler vaziyette yere çökmüştü. Ne olacağını merak ediyordu. Birden altındaki zemin çöktü. Mustafa da içine düştü. Neyse ki düştüğü yer çok derin değildi. Etrafında renkli renkli aletler, sağında büyük bir aslan kafası ve solunda da bir merdiven vardı. Kendisi bunların hiç birine anlam veremedi. Ancak odadaki bir detay dikkatini çekmişti. Aslan kafası, hareket edebiliyordu. Mustafa da bu kafayı hareket ettirdi. Arkasında bir kağıt ve üzerinde bilmediği bir dilde yazılmış harfler vardı. Mustafa, her ne kadar şifreyi çözmeye çalışsa da hiç bir şey anlamadı. Her şey ona çok anlamsız geliyordu. Kendisini, hiç bilmediği bir dünyada gibi hissediyordu. Kağıdı tekrar yerine koydu. Koyarken orada sadece kağıt olmadığını farketti. Bir tane de kol vardı. Kolu çekti. Bir anda bulunduğu ortam aydınlandı. Mustafa, artık etrafı daha net görebiliyordu. Işıkları açtıktan sonra yerde garip çizgiler olduğunu farketti. Bu çizgiler, ışık açıkken belli değildi. Çizgiler, çoğunlukla yamuk ve garipti. Birden aklına odada bulunan renkli aletler geldi. Belki de bu aletlerden birkaçı, buradaki gizemi çözmesine yardımcı olabilirdi. Kendisi bu aletlerden en yassı olanını aldı. İki ucu açık bir oka benziyordu. Başında, küçük ve renk değiştirebilen bir fener vardı. Bundan sonra bu garip alet ile yerdeki gizemi çözmeye çalıştı. Ancak aleti yaklaştırdıkça o çizgiler gidiyordu sanki. Birden aklına bu şifrenin ışık ile alakası olabileceği geldi. Hemen ışığı kapattı. Bundan sonra, yerde neon renkli bazı çizgilerin belirdiğini farketti. Bu çizgiler çok parlak değildi. İlk başta farkedilmesi imkansızdı. Bundan sonra karanlıkta ve aydınlıkta ortaya çıkan çizgileri birleştirdi. Birleştirince ortaya anlamsız sembollerden oluşan bir şey çıktı. Ancak ortasındaki C ve J harflerini anlamamak mümkün değildi. O da haliyle sadece bu harfleri görebildi. Bir süre sonra aklına bu ışığın rengini değiştirebileceği geldi. Neticede teknoloji çok gelişmişti ve bu şifreyi farklı ışıklarda görünecek şekilde şifrelemek mümkündü. Bundan sonra tek tek ışıkların rengini değiştirdi. Ve ortaya C ve J harflerinden farklı olarak, A, J,C,F,L,M ve F harfleri ortaya çıktı. Acaba bu şifre ne anlama geliyordu…

DEVAM EDECEK

BU KALEMİN OLMADIĞINI BANA KANITLA!

Sizlere “Bu kalemin olmadığını bana kanıtlayabilir misin?” diye sorsam, ne cevap verirdiniz?

-Yok, kardeşim yok. Vallaha yok billaha yok. Yok işte yok yok yok yok!

Gibi bir cevap alırdım muhtemelen. Ya da buna benzer bir şeyler. Hatta aranızdan birisi çıkıp “Sen bize burada bir kalem olduğunu kanıtla?” bile diyebilirdi. Açıkçası, bu yanlış olmazdı. Peki, sizce bunun cevabı ne?

Açıkçası gerçekten cevabın ne olduğunu bilmek zor. Neticede herkes farklı bir bakış açısıyla bakar. Ancak şu şekilde bir cevap versek yanlış olmaz:

Bir kalemden “bu” diye bahsettiğine göre ya kalem vardır, ya da geçmişte olmuştur. Neticede olmayan bir kaleme “bu” demek, olmayan bir şeye “bu” demek, ya bir delinin işidir, ya da imkansızdır. Bu diye nitelendireceğiniz bir şey, mutlaka gözle görülebilir olmalıdır.

Tabii istisnalar olur. Ben size “Bu meleğin olmadığını bana kanıtla?” deseydim, böyle bir durumda gözle görülür bir nesneyi söylememiş olurdum. Dolayısıyla, sizler de isteseniz de kanıtlayamazdınız.

Yukarıdaki örnekte olduğu gibi, aslında hayatta da karşımıza çıkan pek çok çözülmesi güç gibi gözüken problemler, aslında oldukça basit çözümlere sahip. İnsanlar, her zaman aynı açıdan, aynı çerçeveden, aynı perspektifden bakarlarsa, asla bir çözüm yoluna kavuşamazlar. Bazen mantık, tüm olayların olmasa da kimi olayların çözümünde büyük rol oynar. Sizler, aynı açıdan bakarsanız sizlere her şey güç gelir, olay sadece bu.

Eğer bakış açını değiştirirsen başta önemsiz gibi görünen şeyler bile büyük birer ipucu haline dönüşebilir.” -Sherlock Holmes-

Yani sözüm şu ki, aslında hayatta bazı değişiklikler yaparak büyük farklar yaratabilirsiniz.

“Bu Ali. Kendisi Lise’ye gidiyor. Yıllardır kendisinin Matematik konusunda iyi olduğunu düşündüğü için diğer derslere pek çalışmamış. O yüzden Sayısal alanda çok iyi olmasına rağmen Sözel alanda hiç iyi değil. Bir gün Matematiği bırakıp Türkçe çalışmaya karar veriyor. Ve Türkçe’yi, Matematik’ten daha iyi yaptığını farkediyor. O günden sonra da hep Sözel alanda başarılı oluyor, Sayısal alanda olduğundan çok daha iyi yerlere geliyor.”

Bu öykü, kimilerinize saçma gelse de, aslında hepimiz hayatta böyle bazı hatalara düşebiliyoruz. Sırf öyle inandığımız için, ya da öyle hissettiğimiz/hissetirdiği için, düştüğümüz o kadar çok hata var ki…

Bunlardan biri termostatlar. Bildiğiniz üzere termostatlar sıcaklığı ayarlamak için kullanılıyor. Ancak bu termostatlar’ın bir çoğu, hiç bir işe yaramıyor. Siz, odanın ısındığını/soğuduğunu hissettiğiniz için, sizlere öyle geliyor.

Ya da alarmlar? Hepsi sabah erken kalkmanız için programlanmış, ancak siz zaten alarm kurarken erken kalkacağınızın bilincinde oluyorsunuz, ve alarm sizin bilinçaltınıza işliyor. Eğer uykunuzu aşırı geciktirmeyen veya çok erken yatan birisi değilseniz, sizler alarm kurmadan da erkenden kalkabilirsiniz. Sadece beyninize kabul ettirmeniz yeterli. Ondan sonrası önemli değil.

Peki, bakış açımızı nasıl değiştirebiliriz?

1- Tekdüze insanlardan sıyrılın.

Hepimizin hayatında tekdüze, sıradan, hep aynı insanlar vardır. Bu insanlar, eğer sizin arkadaş çevrenizin tamamını kapsıyorsa, bunlardan birkaçından kurtulun. Hep aynı insanlar, sizin hayata bakış açınızı köreltir.

Hepimiz aynı renk olursak gökkuşağımız olmaz.” -Şanışer-

2-Farklılıklara fırsat tanıyın.

Hayatınızda size çok nefret edilesi gelen, ya da nefret ettiğiniz insanlar mutlaka vardır. Bu insanlara biraz fırsat tanıyın. Belki de dışarıdan soğuk görünen birisi, içeriden çok samimi olabilir. Ancak sizlere zarar veren dostluklar ASLA kurmayın. Her nefret ettiğiniz insan ile aranızda bir şey yoktur. Olanlar ile dostluk kurmayın zaten. Ancak çeşitli sebeplerden dolayı nefret ettiğiniz insanlar (kişilik özellikleri, itici oluşu, kıskançlık vb.) ile konuşmanız her zaman olmasa da zaman zaman sizlere yardımcı olacaktır. Bu riski almazsanız hep aynı kişilerle konuşmak zorunda kalırsınız.

“Eğer beklersen, sadece ayağına gelen şeyi alırsın. Eğer harekete geçersen, istediğin her şeyi.”

3-Çok sıcakkanlı, saf, mutlu davranmayın.

Sıcakkanlı ve mutlu insanları kim sevmez ki? Diye düşünmeyin. Herkes ile sıcakkanlı ve saf davranırsanız, insanlar sizleri istedikleri yöne çeker. Ve siz de istediğiniz gibi davranamazsınız. Hep mutlu olursanız, başınıza çok kötü bir olay geldiğinde, hiç düzelmeyecekmiş gibi gözüken bir olay geldiğinde, çok büyük hasar yersiniz. (Her şeye “Nasipte varmış, ben yine mutlu olayım” diyemezsiniz, eğer derseniz, bu size pek çok şey kazandırır, ancak aynı zamanda sizi yıpratır, hassaslaştırır. Bu da insanlara karşı bakış açınızda olumsuz bir rol oynar.) Ne çok sıcakkanlı, saf, mutlu olun, ne de az. Azı karar, çoğu zarar.

4-Herkesi “arkadaş” olarak görmeyin.

Her ne kadar yukarıda bahsettiğim gibi insanlara fırsat vermek gerekse de, bazı insanlar dışarıdan çok iyi gözükseler bile içeriden sizi yıpratabilir. Ancak bunu bazen farkedemeyebilirsiniz. Eğer arkadaş olarak göreceğiniz kişi daha önceden birisi ile arkadaş olduysa ve o kişi yıprandıysa, zaten sizin de yıpranmanız muhtemeldir. Ya da kişilik özellikleriniz birbirine uymuyorsa. Ancak dostane gördüğünüz kişinin daha önce başka birisine karşı tavrını görmediyseniz, ve kendisini çok tanımıyorsanız, maalesef kendinizi riske atmanız gerekebilir. Belki iyi çıkar, belki kötü.

5-Kötümser insanlara hayatınızda çok yer vermeyin.

Kötümser insanları hayatınızdan silin demiyorum, çünkü silerseniz yukarıda da bahsettiğim gibi kurtulamayacağınız veya kurtulmanızın çok zor olduğu bir sorunla karşılaşınca her zaman hafif atlatamayabilirsiniz. İşte bu insanlardan da hayatta çok bulundurmamak lazım, çok da kötümser olmamak lazım. (Tamam, dürüst olayım. Ben de biraz kötümserim.)

Vee bu kadar! Yukarıda bahsettiğim 5 maddeye ek olarak sizin de yapmanız gereken bazı şeyler var. Ancak en önemlisi dikkatli olun, tedbiri elden bırakmayın, risk alın, vazgeçmeyin, fakat en mühimi, beklemeyin. Hemen harekete geçin!

Unutmayın, hayatınız bitene kadar, başlamak için henüz çok geç değil.

BU EKONOMİYE NELER OLUYOR YAHU?

Açıkçası bu sefer neyden bahsedeceğimi hiç bilmiyorum. Ülkenin gerilimli siyasetinden mi bahsetsem, yoksa sürekli küçülen ekonomiden mi, dünya sürecinden mi…

Tamam, önce sosyal medyada çokça karşımıza çıkan “Doğa bizden intikamını alıyor” cümlesini anlatarak başlayacağım. Öncelikle doğanın bizden intikam aldığı falan yok. Hatta plastik kullanımı bu sene içinde oldukça arttı. Maske, eldiven ve tıbbi diğer malzemeler. Hepsi plastikten yapılıyor. Ayrıca artık insanlar açıkta kalan ürünler alınmasın diye her şeyi poşetlemeye, paketlemeye başladılar. Bunların hepsi de daha fazla atık oluşmasına yol açıyor. Bu da doğanın isteyeceği bir şey değil. İntikam aldığı falan yok yani.

Bundan sonra ülkemizdeki bu son koronavirüs tedbirlerine eleştirel bir bakış açısıyla bakmak istiyorum. Öncelikle bugünlerde alınan AVMlerin açılma kararına bir yorum yapmak istiyorum. Televizyon’da duydum, Adamın biri çıkmış “Virüsün yayılmasının çok kolay olacağı kapalı mekanlar (AVM) ye gitmek serbest, açık hava alanlarına, sahillere gitmek yasak.” Demiş. Açıkçası benim de dikkatimi çekti. Bana kalırsa bu durum tamamen ekonomik. Ekonominin kalkınması için insanların işlerinin başına dönmesi gerekiyor. İnsanların işlerini yapması, devletin ekonomisini güçlendiriyor. Bu durumu Türkiye’de ortalama maaşın çok düşük olmasına rağmen dünyanın en büyük 17. Ekonomisi oluşundan anlayabilirsiniz. (Çünkü nüfus çok fazla, dolayısıyla çalışan da.)

İşte bu yüzden devlet, tamamiyle sokağa çıkma yasağı getiremiyor. Çünkü getirirse kendi ekonomisi çöker. Ben de bu yüzden ülkemizin ihracata daha büyük bir önem vermesi gerektiğini düşünüyorum. İhracat ile elde edilen para çok büyük miktarlarda olursa, hem devlet yoksul/işçilere maddi destekte bulunabilir, hem de kendi ekonomisini sağlam tutabilir.

Bir başka konu olan ve dikkatimi çeken başka bir şeyi de sizlere söylemek istiyorum. Bu virüsü kimin çıkarttığı konusu. Ben şahsen bu virüsün kasıtlı olarak çıkartıldığını düşünüyorum. Ancak dikkatinizi çekmek istediğim nokta bu değil, virüsü çıkartanın amacının ne olduğu..

Öncelikle yukarıda da bahsettiğim gibi bu virüsün çıkma amaçlarından biri ekonomik. Bu virüsü kim çıkarttıysa, belli ki ekonomide bir daralma istiyor. Aynı zamanda bu virüsü çıkaran kişi, siyasi bir değişim de istiyor. (Örn. Amerika’da Trump’ın tarafında olan kişilerin azalması, İtalya’nin AB’den çıkmak istemesi, Türkiyedeki siyasi karmaşıklık vb.) Tabii bunların hepsi sadece bir teori. Gerçekse zaten anlarsınız .(Önümüzdeki 1 ay içinde post atmazsam bilin ki FBI tarafından öldürülmüşümdür)

Bu arada şunu da eklemek istiyorum:

İnsanlar bu virüsün ciddiyetini kavramali. Yoksa daha çekeceğimiz var. Bunu okurken siz “Ben gayet iyi anladım” diyor olabilirsiniz. Ancak maalesef herkes bu kadar iyi anlamış değil. İnsanlar piknik yapıyor yahu! Tam zamanı gelmiş gibi piknik yapıyorlar! Belki de insanların piknik yapması benim eleştirebliecegim bir konu değil, ancak biliyorum ki sokağa çıkma yasağı, insanlar pikniğe çıksınlar diye değil, işçi evine ekmek götürsün diye ilan edilmedi. İşte ben de bu duruma mükemmel bir çözüm buldum. TRT belgesel’de mükemmel bir belgesel var. Koronavirüs ve hastanelerin koronavirüs ile mücadeleleri hakkında. İnsanlar o belgeseli izleseler, şuradan şuraya adım atmaya korkarlar. Hastanelerde insanlar acı çekiyor. Herkesin derdi başka işte. Koyun can derdinde, kasap et derdinde. Yadırgamamak lazım.

Son olarak sizlere, evden dışarıya mecbur olmadıkça adım atmamanızı öneriyorum. Eğer illaki dışarı cikasiniz varsa, sizin yüzünüzden tehlikeye girecek 80 milyon insanı düşünmenizi tavsiye ediyorum. Sağlıcakla ve esenlikle kalın. Bir sonraki postta görüşmek üzere.

#EvdeKal

“O” ÇOCUĞUN PARADOKS DOLU HİKAYESİ

Yeni bir yazı paylaşmayalı 8 gün olmuş. Açıkçası ertelediğimin ben de farkına varamıyorum bazen. Her neyse.

Bugün sizlerle boş vaktimde yazdığım bir hikayeyi paylaşacağım. Umarım okurken sizler de zevk alırsınız. Açıkçası uzunca bir süredir bu sitede hikaye paylaşmak istiyordum. Boş vakit de vesile oldu bu isteğime. Her neyse, iyi okumalar.

Zamanın birinde, evinden çıkamayan, evden çıkmaya pek gücenen bir çocuk vardı. Bu çocuk, genelde dışarı çıkmıyor, çıktığında da çok kısa süre dışarıda kalıyordu. Bir gün yine nadir olarak dışarı çıktığı zamanlardan birindeydi. Dışarıdaydı. Arkadaşları ile oyun oynamak istiyordu. Ancak oynayamadı. Birden gözleri karardı. Gördüğü son şey ise bir kurukafa sembolü oldu. Gözlerini açtığında çok karanlık bir odadaydı. Odanın bir tarafı aydınlık, bir tarafı karanlıktı. Ayağının altında yumuşak bir doku vardı. Daha sonradan bunun bir insan iskeleti olduğunu anladı. İrkildi. Bundan sonra etraf birden aydınlandı. Beş uzun boylu adam yanına geldi ve onunla anlamadığı bir dilden konuşmaya başladı. O ise buradan kurtulma derdindeydi. Birden ayaklandı ve hızlıca koşmaya başladı. Bilmiyordu, neden buradaydı, ne yapmıştı, nasıl kaçacaktı. Tek istediği buradan kurtulmaktı. Hızlandıkça hızlanıyor, arkasına bakmadan koşmaya devam ediyordu. Birden tuzağa düştü. Düştüğü bu yerde, irili ufaklı bir sürü taş vardı. Oda loştu. Işığın nereden geldiğini bilmiyordu. Aniden odada bir hareketlenme oldu. Oda aydınlandı. Bir insan ayağa kalktı. Çocuk irkilmişti.

-S..Sen de kimsin?

-Ben senin kayıp arkadaşınım evlat..

-Nasıl yani?

-2005’te, ailen sen doğmadan önce benimle çok fazla ilgileniyordu. Her zaman benimle oynuyor, benimle geçiniyordu. Her şey bir anda oldu.

-Anlatır mısın?

Bir zamanlar…

Ailemin adı “Ali Deniz” olan bir arkadaşı vardı. Ailem bu arkadaşlarıyla pek sıkı fıkıydı. Yedikleri şeyler ayrı gitmezdi, sabah onunla uyanıyor, akşam onunla uyuyorlardı. Bir gün Ali Deniz, onu odasında yakaladı. O zamanlar çok gizemli bir icat ile uğraşıyordu. Ali Deniz, onu o icatla uğraşırken bulunca bana, yani kayıp arkadaşına sordu:

-Bu nedir?

-Söyleyemem.

-Peki..

Korkmuştum. Çünkü peki derken çok sinirliydi. Elinden bir kaza çıkacak diye korkmaya başladım. Çünkü Ali Deniz, çok güçlüydü. Günün birinde yine odamda icadımla uğraşıyordum. Birden odada bir ışık yanıp sönmeye başladım. Neler olduğunu anlayamadım. Elektrikler kesikti. Telefon ışığı altında zar zor uğraşıyordum. Birden yatağının altından bir ses geldiğini farkettim. Yatağın altına baktım. Bundan sonra gözlerime inanamadım. Orada çok büyük bir çukur vardı. Yaşım gereği, hemen merak etmeye başladım. Anneme babama söyleseydim, hemen polisi arayacaklardı. Ancak ben, bunun Ali Deniz ile bir alakası olduğunu biliyordum. Bu yüzden polisin bile bu adamı durduracağını zannetmiyordum. Bu nedenle çukurun içine girdim. Burası aslında çok karanlık bir tüneldi. Yatağın altına bakarken farkedememiştim. Tünele girip ilerlemeye başladım. Tünelin içi aydınlıktı. İlk başlarda çok dardı, ancak sonra iki kişinin birden geçebileceği bir büyüklüğe geldi. Tünelin ortalarına doğru geliyordum. Ancak çok yorulmuştum. Bir su sebili görür gibi oldum. Su içmek için yöneldim. Su içtikten sonra orada gizli bir basamak olduğunu farkettim. Şüphelendim. Basamağı açtım ve buranın bir merdiven olduğunu farkettim. Merdivenden yavaşça inmeye başladım. Orada Ali Deniz ile karşılaştım.

-Ne oldu, yine bana döndün ha?

-Açıkçası seni burada göreceğimi hiç tahmin etmemiştim.

Ali Deniz, birden gülmeye başladı. Güldü, güldü, güldü. Neden güldüğünü anlayamamıştım. Hayal ile gerçeği ayırt edemiyordum. Birden arkamda beni kovalamak üzere hazırlanan üç tane aslan gördüm. Bu aslanlar da neyin nesi? Demeye kalmadan koşmaya başladım. Ali Deniz’in gülme sesi hala kafamda çınlıyordu. Birden uyandım. Uyandıktan sonra keşke uyanmasaymışım dedim. Çünkü bir ateşin üzerine düşmek üzereydim. Parmak boyunda bir iple tutuluyordum. Ali Deniz ise etrafta görünmüyordu. Bağırmaya başladım.

-Yardım edin!

Ancak sesimi kimse duymuyordu. Ya da ben öyle zannediyordum. Sesimi duyan Ali Deniz, hemen ateşin başına geldi.

-Vay,vay,vay.. Kimler gelmiş buraya?

-Benden ne istiyorsun?

-Sadece icadını bana ver!

-Tamam, o zaman senin ipini kesiyorum! İyi ateşler!

Ölmek üzere olduğumun farkındaydım. Ancak içimden bir ses o aleti vermemi istemiyordu sanki. Bir yandan da ateşe düşmek üzereydim. Birden…

DEVAM EDECEK

UNDERTALE

Bu sayfa bana ait olduğuma göre, istediğim içeriği de üretebilirim değil mi? Ancak daha geçen gün sosyal medya konusunu işlemiştim. Bir daha işlemişim, aranızdan birisi de sıkıcı demiş. E haklı! Ben de bugün farklı bir şey yapmaya karar verdim. Bugün bir oyun eleştirisi yapacağım. Oyunumuzun adı :
UNDERTALE

Oyunumuzun hikayesi kısaca şu şekilde:

Zamanın birinde, insanlar ve canavarlar bir savaşa girer. Uzun süren çatışmaların ardından kazananlar insanlar olur. Savaşı kazanan insanlar, canavarları bir büyüyle yer altına hapseder. Oyunumuzun baş karakteri olan Frisk, 201X tarihinde bir dağa çıkar. Bu dağın adı Ebott Dağı’dır. Efsane’ye göre bu dağa çıkan bir daha geri dönemiyormuş. Frisk de bu dağda bir çukura düşer. Aslında bu çukur, canavarların dünyasına açılan bir kapıdır. (x her türlü rakam olabilir, hikayede x diye geçiyor)

Oyunun baş kahramanlarından olan Frisk, yeraltı dünyasına düştükten sonra, kendisini hiç bilmediği bir dünyada bulur. Oyunun ilk başlarında Toriel ile karşılaşır. Toriel ona oyunun işleyişinden bahseder. (Hatta Toriel kelimesi Tutorial’dan geliyormuş.)

Ben de isterseniz biraz oyunun işleyişinden bahsedeyim:

Oyunda biz, küçük bir insanız. Canavarlar dünyasında üç farklı şekilde ilerleyebiliyoruz. Canavarlara iyi davranırsak iyi bir sona, kötü davranırsak kötü bir sona gidiyoruz. Gittiğimiz son, aslında savaş prensibine de bağlı. Savaş prensibine göre karşılaştığımız canavara vurabiliyoruz, onunla konuşabiliyoruz, onu bağışlayabiliyoruz, veya ondan kaçabiliyoruz. Her canavar vurulmadan, öldürülmeden yenilebiliyor. Ancak canavarlar, insanlara pek iyi gözle bakmıyor.

Oyundan bahsettiğime göre, biraz da oyunun eleştirel kısımlarına geleyim.

OLUMLU YÖNLERİ

1-HİKAYESİ
Oyunun hikayesi her ne kadar burada çok basit gözükse de göründüğü kadar basit değil. Yani, aslında oyunun asıl olayı azim. İçimizdeki azim, bizim canavarlara karşı olan tutumumuzu değiştiriyor. Oyundaki checkpoint (kaydetme) noktalarında hep “İçin azimle doldu.” diyor. Yani oyunda ilerlememizi sağlayan temel faktörlerden birisi azim. Aynen gerçek hayatta da böyle.

2-GERÇEKÇİLİĞİ
Gerçekçiliği derken aslında kastetmek istediğim, oyun öyle bildiğiniz oyunlar gibi değil. Oyunun içinde “Bu kadarına da pes” dedirtcek pek çok detay var. Hatta oyunda bizi takip eden bir çiçek var. Adı Flowey. Bu çiçek, oyunun farklı yerlerinde gözüküyor. Ve hatırlıyor. Hem de her şeyi hatırlıyor. Mesela başta bahsettiğim kötü sonu yapmak için Toriel‘i öldürmeniz gerekiyor. Eğer öldürüp oyunu kapatıp açtıktan sonra onu öldürmezseniz, Flowey sizin öldürdüğünüzü hatırlıyor. Ayrıca oyunda bazı karakterler birbiriyle dost. Eğer siz bir karakterin dostunu öldürürseniz, öldürdüğünüz ruh size eninde sonunda intikam olarak geri dönüyor. Kısacası oyunda düz bir mantık yok! Gidebileceğiniz pek çok yer, seçebileceğiniz pek çok seçenek var. Bu durumda:

3-PRENSİBİ
Oyunun prensibi tamamen sizin seçimlerinize bağlı. Yani, her oyunda kişi istediğini yapmak ister. İşte bu oyunda kişi istediği her şeyi yapabiliyor. Pek çok seçenek var. Yani tamamen özgürsünüz!

4-FARKLI EVRENLER

Aslında farklı evrenler dediğim şey, 2 ile tamamiyle aynı şey. Ancak bir farkla.

Şöyle ki siz her oyuna başladığınızda aynı şeylerle karşılaşmıyorsunuz. Karşılaştığınız dünya farklı, yaşadığınız olaylar farklı oluyor. Yaptığınız şeyler değişebiliyor. Yani, aslında her başladığınızda sizin kapınız farklı bir evrene açılıyor. Bu da insanın aklında acaba bir daha oynasaydım ne olurdu? gibi bir soru oluşmasına neden oluyor. Bu yüzden kişi oyunu birden fazla oynadığında sıkılmıyor. Dolayısıyla;

5-SÜRÜKLEYİŞİ

Oyun yukarıda da bahsettiğim nedenlerden dolayı inanılmaz sürükleyici. Oyun temelde 4 farklı yerden oluşuyor. Ama her yerde farklı olaylar yaşıyorsunuz! Üstelik bu yaşadığınız olaylar farklı evrenlere göre (yani başlattığınız her yeni oyuna göre) değişiyor! Oyundaki azim, sizi de etkiliyor ve içgüdüleriniz sizi oyunu oynamaya itiyor.

Fakat oyunun bazı kötü yanları da var.

OLUMSUZ YÖNLERİ

1-GRAFİKLERİ

Oyunun grafikleri bildiğiniz silah oyunlarına falan benzemiyor. Hatta oyun 2D. Kimine göre bu durum eleştiriliyor, kimine göre ise oyunun tarzı bu.

2-KARMAŞIKLIK

Oyunu uzun vadede tamamen kavrayınca bu karmaşıklık sıkıntı olmuyor. Çünkü oyun sürükleyici olduğu için belli bir sürede tüm oyunu kavrıyorsunuz. Ancak kısa vadede oyun biraz karmaşık gözüküyor. Oyuna dair her şey, biraz kafa karıştırıcı.

3-OYUN ÇOK KISA!

Bildiğiniz tüm oyunları unutun! Çünkü bu oyun o bildiğiniz oyunlar kadar sürmüyor! Aslında online oyunların belli bir süresi yok. O yüzden istediğiniz kadar oynayabiliyorsunuz. Ancak bu oyun, 6-8 saat sürüyor! Sonra oyun bitiyor!

4-OYUN OFFLİNE!

Oyunun sürükleyici olduğundan bahsetmiştim, ancak oyun offline olduğu için zaman zaman tek başınıza oynamak çok sıkıcı olabiliyor. Oyun maalesef tek kişilik.

SON OLARAK…

Bana kalırsa bu oyun, çok farklı, eğlenceli bir oyun. Sürükleyici olması, belli bir hikayesi olması, içinde gerçeklik olması, oynamaya yetecek sebepler. Aslında oyunun en güzel tarafı, tüm o hikayeden öte, sizi de yaşamaya iten o manevi güçten içeriyor olması. Yani, içinde AZİM olması.

BARIŞ MANÇO

Selamlar! Bugün ekstra bir post paylaşmaya karar verdim. Barış Manço’nun hayatını ele alacağım.

Barış Manço Kimdir?

Barış Manço, 2 Ocak 1943 tarihinde, Rikkat ve Hakkı Manço çiftinin dördüncü çocukları olarak Moda’da dünyaya geldi. Annesi Rikkat Hanım, Türk Sanat Müziği sanatçısıydı. Aileden gelen yeteneğiyle özellikle ortaokul öğrenimini aldığı yaşlarda müzikle ilgilenmeye başladı. Lise yılları Galatasaray Lisesi’nde başladı.

Müzik hayatına Galatasaray Lisesi’nde adım atan Barış Manço’nun arkadaşlarıyla birlikte kurduğu ilk grubun adı “Kafadarlar”, ikincisi ise “Harmoniler”di. Daha sonra Şişli Terakki Lisesi’ne geçiş yaptı.

Lise yılları bittiğinde Belçika Kraliyet Güzel Sanatlar Akademisi’nde 1963- 1971 yılları arasında resim, grafik ve iç mimari eğitimi aldı. Belçika’da “Lemistgrees” adında, Amerikalı, Belçikalı, İtalyan, Kuzey Afrikalı, İngiliz müzisyenlerden oluşan bir grupta yer aldı. “Lemistgrees”le çalışmalarının sürdüğü iki yıl içerisinde Paris Olympia’da konser verdi. 1966 yılında Paris’te iki 45’lik plak çıkardı.

1970 yılında Türkiye’ye döndüğünde Fuat Güner ve Mazhar Alanson ile birlikte “Kaygısızlar” adlı grubu kurdu. Aranjman şarkılara tepki göstererek Anadolu’dan beslenen pop folk tarzında müzik yapmaya başladı. Onuncu plağı “Dağlar Dağlar” ile büyük bir çıkış yaptı, albüm beş ayda 700 bin adet satışa ulaştı. “Dağlar Dağlar” çalışması, sanatçıya Altın Plak Ödülü’nü de kazandırdı. 1971 yılında Moğollar ile çalıştı. Aynı yıl Kurtalan Ekspres’i kurdu. İlk klibini 1973’te, “Hey Koca Topçu”ya çekti. 1975’te ilk albümü “2023”ü yaptı. 1978’de Lale Manço ile evlendi, Doğukan ve Batıkan adında iki erkek çocuğu oldu.

1980 yılında Altın Orfe’de “Nick The Chopper” ve “Ben Bir Şarkıyım” adlı Bulgar şarkısı ile de altın madalyalar aldı. Yurtdışında birçok TV programına konuk olarak katıldı, birçok ülkede koserler verdi. 1983 yılında Eurovision Şarkı Yarışması’na “Kazma” adlı şarkısıyla katıldı, ancak elendi.

1988 yılının Ekim ayında TRT 1’de çocuk ve aileye yönelik bir eğitim kültür ve eğlence programı olarak başlayan “7’den 77’ye” , 1998 Haziran ayında 370. kez ekrana gelerek Türk televizyonculuğunda ulaşılması zor bir rekora imza attı. “Ekvatordan Kutuplar’a” isimli programında ekibiyle birlikte beş kıtada 100’den fazla değişik yöreye giderek 600.000 km.’ye yakın yol kat etti.

Bestelediği 200’ün üzerindeki şarkısı, kendisine 12 altın ve 1 platin albüm/ kaset ödülü kazandırırken, bu şarkıların bir bölümü daha sonra Yunanca, Bulgarca, Arapça, Farsça, Kürtçe, Japonca, İbranice, Fransızca, İngilizce ve lemenkçe olarak yorumlandı. Müzik ve televizyon hayatında sayısız ödüller alan Barış Manço’nun 1991 yılında devlet sanatçısı unvanı, yine aynı yıl Hacettepe Üniversitesi Onursal Doktora unvanı, Uluslararası Teknoloji Ödülü, Japonya Uluslararası Kültür ve Barış Ödülü, Belçika Krallığı Leopold II Şövalyesi Nişanı, Fransız Kültür Bakanlığı Edebiyat ve Sanat Şövalyesi Nişanı, Türkmenistan Cumhurbaşkanlığı tarafından verilen Türkmen Vatandaşlığı ödülleri vardır.

Şarkılarından bazıları:

Can bedenden çıkmayınca

Gülpembe (Benim de sevdiğim çok güzel bir müziktir. Aşk ile alakalı bir şarkı. Üzgün kaldığınız, depresyona girdiğiniz zamanlarda dinlemeniz için birebir.)

Ayı (Çok güzel, enerjik bir şarkı. Şimdiki enerjik müziklerin daha güzel versiyonu. Hareketli bir müzik.)

Müsaadenizle Çocuklar

Dağlar Dağlar

Bu Gün Bayram (Barış Manço’nun o mükemmel sesinden ortaya çıkan ritmi çok güzel, hareketli bir şarkı. Ancak ben çok sevmiyorum.)

Gel

Hatırlasana

Nane Limon Kabuğu (yavaş ritimli, hafif eğlenceli, mutlu olduğunuz zamanlar/eğlenmeye müsait olduğunuz zamanlar dinlenmesi için birebir.)

Arkadaşım Eşşek

bunlardan bazıları..

Bir sonraki ekstra post için aklımda bir fikir var, o zamana dek, hoşçakalın!

ÇİFTÇİ MANTIĞI

İlk defa farklı bir başlıkla karşınızdayım. Hepinizin bildiği üzere ülkemiz şu anda çok zor bir dönemden geçiyor. Herkes evde ve delirmiş durumda. İnsanlar stok yapıyor, kolonya alıyor, zamlar, maskeler, dezenfektanlar derken ülkemize de virüs girdi. Bu virüs aslında dışarı çıkmadığınız sürece ve dışarıdan gelen her şeyi dezenfekte ettiğiniz sürece size veya ailenize kolay kolay bulaşacak bir virüs değil. Neyse, virüsten nasıl korunacağınızdan bahsetmeyeceğim. Ben sadece bu virüsün etkilerinden bahsedeceğim.

Öncelikle bu virüsün hemen hemen hepimize çok net bir etkisi var; stres. Zaten ülkede, diğer ülkelerde, her yerde büyük bir stres hakim idi. Bunun pek çok nedeni olsa da günümüz teknolojileri yardımıyla mesajlaşmak, haberleşmek, okumak çok kolay bir hal alsa da teknolojik aletlerin zararları da azımsanmayacak kadar çok. Bir kere sizi yorgun hale getiriyor. Çok fazla bilgisayar, telefon veya televizyon ile uğraşan insanların yorgun, huzursuz, stresli olduğunu fark etmişsinizdir. Gerçi zaten tüm ülke bu durumda, bu yüzden farketseniz bile görmezden gelmeniz oldukça olası. Neyse, teknoloji bağımlılığı bu postun konusu değil zaten.

Stres virüs nedeniyle daha da arttı, çünkü bu olay gerçekten çok fazla abartıldı. Abartıldı’dan kastım, çok fazla yerde görünmeye başladı. Televizyonda virüs haberleri, sosyal medya’da virüs kaynaklı trendler, dışarı çıkma yasağı, ve daha neler neler…

Tabii insanlar da bu virüsü böyle her yerde görünce stres olmaya başladılar. Haberlerde de enfekte insan sayısının ve ölüm sayısının arttığını, sokağa çıkma yasaklarını, sokağa çıkmama çağrılarını duyunca stresleri arttı. Bu uyarıların fazla değil, etkili olması gerek. Şimdi diyeceksiniz ki fazla olan şey zaten etkili olur. Haklısınız! Ancak bu ve bu gibi tehlikeli olayların uyarılarının fazla yapılması kişide ve toplumda strese, paniğe sebebiyet verebilir. Bunun yerine biraz daha az yapılması ve etkili bir şekilde yapılması, daha iyi olabilir. Daha az yapılmasını sağlamak için yapılacak en basit hamle sosyal medyada yayılmasını engellemektir. Çünkü sosyal medyada bu olayı görmek, insanda stresin daha da çok artmasına neden olur. Bilinç altınıza girer. Daha önce de bahsettiğim gibi sosyal medyada yazılan her şey o kadar da masum değildir. Hatta palavralar, gereksiz ve saçma bilgiler genelde ışık hızıyla yayılır. Bunun yerine herkesin telefonuna virüs hakkında bilgilendirme mesajı gönderilebilir. Televizyondan da zaten insanlar haberdar oluyor. Gerçi televizyonda da bu kadar virüs hakkında haber olması aşırı gereksiz de orası ayrı konu..

Önemli olan yaşadığınız stresin büyüklüğünden ziyade onu ne kadar zihninizde tuttuğunuzdur. -Metin Hara-

Virüsün verdiği ikinci en büyük hasar ise huzursuzluk… İnsanlar ve dünya bir daha eskisi gibi olmayacak. Medya aracılığı ile de yayılan hurafeler, insanların yanlış şeylere inanmasına sebebiyet veriyor ve bu vesileyle insanlar huzursuz oluyor. Bu olay zincirleme gerçekleşiyor. Şu şekilde:

Sıkıntı ve huzursuzluk mutlaka bir günahın cezası, huzur ise bir ibadetin karşılığıdır. -Mevlana –

Şöyle ki internette yayılan hurafeler üç çeşide ayrılıyor; birincisi olumlu bilgiler, ikincisi olumsuz bilgiler, üçüncüsü saçma şeyler.

Birincisini genelde görmezsiniz, görseniz de pek inanmazsınız. Çünkü medyada olumsuz bilgiler, olumlu bilgilerden her zaman daha hızlı yayılır.

İkincisini açıklamama gerek yok. Çok fazla olumsuz bilgi okuduğunuzda huzursuz olursunuz.

Üçüncüsü de tamamen insanların hür iradesine bağlı. Saçma şeylerden kastım mesela şunu yaparsanız virüs size bulaşmaz, şu mesajı 7 kişiye gönder 77 gün huzurlu ol gibisinden şeyler. Gerçekten bunlara inanıp inanmamak insanların elinde. Fakat bunların bazıları çok inandırıcı olabiliyor. İnanıp inanmamak size kalmış bir şey tabii.

Peki, bu virüsün başka etkileri neler?

Birincisi, virüsün erkeklerde daha etkili olması. Bence bunun nedeni tamamen dünyada kadınlara yapılan haksızlıklardan kaynaklı. Gün gelir devran döner 🙂

İkincisi, virüsün insanları eşitlemesi. Yani, tam olarak olmasa da hepimiz eşitlenmiş durumdayız. Ancak mesela zenginler daha fazla stok yapıyor, maaş konusunda sıkıntı çekmiyor. (Özellikle devlet memurları bu konuda çok fazla sıkıntı çekiyor.)Onun dışında fakir de evde, zengin de evde. Bu olay da tamamen dünyada insanlara yapılan haksızlıklardan kaynaklı. O haksızlıklar insanlara çok acı bir şekilde dönüyor veya dönecek. Neticede kimsenin kimseye bir üstünlüğü yoktur.

“Ey insanlar dikkat ediniz! Rabbiniz tektir. Arabın, Arab olmayana, Arab olmayanın Arab’a, siyahın kırmızıya, kırmızının siyaha, takvadan öte, hiçbir üstünlüğü yoktur. şüphesiz Allah Teala katında en üstününüz, Allah Teala’dan en çok korkanınızdır.” (Müsned-i Ahmed b. Hanbel, 5/411) -Hadis-i Şerif-

Üçüncüsü, fırsatçıların ortaya çıkması. Fırsatçılar, ülke zor bir duruma düştüğünde, fiyatları düşürmek yerine artırıyorlar. Bu şekilde kar elde ediyorlar. Yaptıkları ahlaksızlıkları tarif edemem, ama bir fotoğrafla açıklayabilirim.

Aslında bakınca bu virüs tamamiyle dünyadakilerin yaptıklarının bir sonucu. Her yaptığınız iyiliğin bir ödülü, her yaptığınız kötülüğün de bir cezası vardır. Ne ekersen onu biçersin.. Aslında başlığı çiftçi mantığı koymamın da sebebi bu. Neticede çiftçiler de ektiklerini biçiyorlar, insanlar da. Daha büyük bir bakış açısıyla bakınca hayat da çiftçi mantığında. Ne yaparsan onun karşılığını alıyorsun. Hatta dünya da aynı şekilde.. Doğaya ve insanlara iyi davranılmazsa insanlar ve doğa topluma kötü davranır. Bu virüs insan kaynaklı mı, orasını bilmiyorum. Ancak insanların başına yüzyıllardır böyle yaptıklarının karşılığı olarak bir musibet geldiğini biliyorum. Yasak meyve olayından bugünlere.

Neticede bu virüs de başınıza gelen her musibet gibisinden bir musibet. Herkes gibi bizim de bu olaya sabır ile yaklaşmanız gerekiyor. Dünya her zamanki gibi zor bir yer, bir imtihan… İzninizle, bu yazıyı şu söz ile bitirmek istiyorum;

Dünya, düşünenler için bir komedi, hissedenler için bir trajedidir. -Horace Mann-

DÜNYA NEREYE GİDİYOR?

Günümüzün en merak uyandıran sorularından biri; Dünya nereye gidiyor? belki. Bu aslında çok felsefik bir soru. Pek çok farklı cevabı olabilir. Ancak ben sadece kendime göre yanıtlayacağım.

Öncelikle ülkemizden başlayalım. Zaten ülkemizin halini hepiniz biliyorsunuz. Ekonomik kriz desen var, huzursuzluk desen var.. Milli birlik ve beraberlik diyoruz, yaptığımız tek şey internette gördüğünüz videoyu instagram’da kınamak. Heştekler açarak vatan kurtulamaz, ancak batabilir. Peki, nasıl batar?

Dünyanın en güç işi bir şeyin nasıl yapılacağını bilirken, başka birinin nasıl yapamadığını ses çıkarmadan izlemektir. -Hz.Mevlana-

Diyelim ki siz internette birini rezil ettiniz ve o video yayılmaya başladı. Çevrenizdeki neredeyse herkes o videoyu biliyor. Rezil ettiğiniz kişi dışarıya çıktığında rencide edilir, kahveye gider, kahvesini rezil rezil içer. Kahveden çıkar, sokakta rahatsız edici bir şekilde yürür. Okula gider, okulda zaten rezil rüşva olur. Destek almak için rehberliğe gider, rehberlik çaktırmadan güler. Onu ciddiye alamaz. Çocuk üzülür, hayata küser, içine kapanır, derslerindeki başarısı düşer, hayatı çöp olur… Tabii, çocuğun kişilik özelliklerine göre değişecek bir şey bu. Mesela, rezil olan birisi Youtube kanalı açar, dolayısıyla Youtube kanalı çok fazla izlenir, o da çok fazla para kazanır, zengin olur, ama görüntüsü her yerde popüler olur, haysiyeti kırılır, hayatı boyunca rezil olur.

Ayrıca, çok fazla heştek açmak demek ülkedeki olayları çok fazla bilmek demek. Bu da kişiyi strese sokar. Her şeyi aklında tutamaz, duygu karmaşası yaşar. Heştek açmak sadece farkındalık yaratır, onun dışında hiçbir işinize yaramaz. Üç günlük dünya hayatında heştekler açarak, sırıtarak, kendinize, ülkenize, ailenize hiçbir fayda sağlayamazsınız. Sadece teknolojik aletlerin başında vakit kaybedersiniz. Sadece heştek açmak değil, heştek de başlı başına strese sokacak bir şey. Başkalarının hayatlarından kareleri, aynı çatı altında toplandığını düşünün. Siz de başkalarının hayatlarına bakıyorsunuz. Hem başkalarının hayatı rezil oluyor, hem de siz o kadar fazla resim görünce yine strese giriyorsunuz. Ancak insanların heştekleri pek açıp açıp baktığını düşünmüyorum. Ama umarım onların fotoğraflarının başkaları tarafından görülmesinden öte hiçbir işlevi olmayan şu sosyal medya çılgınlığını bırakırlar.

Türkiye’nin sosyal medya tarafının bir bölümü genel itibariyle bu şekilde. Diğer bölümü ise farklı görüşler. O konuyu burada ayrıntılı olarak işlemeyeceğim, hatta hiç işlemeyeceğim.

Evet, türkiyenin hali belli! İnsanlar ne kadar milli birlik, beraberlik dese de, hiç bir şey yapmıyorlar. He şimdi isteseler de yapamazlar, Corona var, o da ayrı mesele.

Peki, dünyada durum ne? Açıkçası dünyada da sosyal medya çılgınlığı olduğuna şüphe yok. İnsanlar buzulları eriterek, insanları köleleştirerek, bu dünyada kazanabileceklerini sanıyorlar. Ancak bilmiyorlar ki bu dünyada kaybeden, diğer dünyada her zaman kaybetmez. Herkes haksızlığa göz yummayı normal hale getirdi. Bir tane resim görmüştüm. Resmin ortasında aç bir çocuk; etrafında fotoğraf çeken insanlar. Tüm dünya bu hale geldi. Artık kötülük ve sessizlik öyle bir hakim olmuş ki topluma, iyilik yapmak isteyen de kötülük buluyor. Biz Türkler ise hala Avrupa’nın ekonomisi şu, Amerika böyle, Rusya şöyle diyoruz. İnsanlığın değer görmediği toplumlar her açıdan gelişebilir ancak insanen gelişemez. Herkes mutlu gözükür, çünkü gelişmişlerdir. Ancak insanın dış görünüşüne aldırış etmek çoğu zaman doğru değildir.

Neye yarar insan dünyaları kazanıp da ruhunu kaybettiyse? – Shakespeare

Hazır bu dünya hakkında bahsederken Amerika’dan da bahsedeyim. Amerika’nın yaptığı bu hamleler onun ekonomisini süper yapacaktır. Ancak diğer ülkelerde aşırı tüketim arttığı sürece onlar da parası çok olan, dolayısıyla malı da çok olan ülkelere yönelecektir. Mesela Amerika. Amerika’daki mal,para 7 milyar insana da doğal olarak yetmeyecektir. Bu yüzden Coronavirus, Amerika’nın işi olabilir. İnsan sayısını yarıya indirmek, Amerika’nın da işine gelecektir.

Sonuç olarak, toplumun nereye gittiği hala büyük bir gizem. Kimine göre yok oluyoruz, kimine göre yeniden başlıyoruz. Ancak kimsenin düşünmediği tek bir soru var:

Biz, insanlık olarak nereye gidiyoruz?

CORONAVİRUS OLAYI, BİZİ NASIL ETKİLEDİ, UZAKTAN EĞİTİM

İnsanoğlu çok garip, öyle değil mi? Daha bir yıl öncesine kadar neredeyse tüm ortamlarda Avrupa’nın ekonomisi çok iyi falan diyorlardı, şimdi Fransa bizden maske istiyor. Adamların ekonomisi mükemmel, her şeyi mükemmel, ancak maskeleri yok. Varlık içinde yokluk işte. İnsan bir kere mutlu olamayınca ne kadar paranız olsa da bir işe yaramıyor.

Karantina günlerinde bir önemli konu da insanların dışarı çıkması. Ters psikolojiden daha önce bahsettim mi bilmiyorum, ama bu dışarı çıkma olayı da aslında biraz da ters psikoloji ile ilgili. İnsanoğlu doğduğundan beri esaret altında yaşamamış ve yaşamayı da istememiştir. Tarihte buna Reform ve Fransız İhtilalini örnek verebiliriz. Bu yüzden de olsa gerek, söylenilen bir şey, emredilen bir şey olmasına rağmen asla tüm insanlar bunu ciddiye almaz. Tabii ortada bir zorlama yoksa. Kaldı ki zaten dışarı çıkma yasağı henüz yok,(Beni okuyan 65 yaş üstü birisi olacağını zannetmiyorum) bu yüzden insanların bir kısmı dışarı çıkıyor. Hem evde depresyona giriyorlar. Ben de giriyorum açıkçası.

Karantina olayının bir de psikolojik tarafı var tabii. İnsanlar tamamen delirmiş durumda. Dünyada sürekli olay oluyor, ama insanlar bunu görmezden geliyor, Corona virüsünü daha kayda değer buluyorlar. Bu arada bu virüs en çok haber bültenlerinin işine yaradı. Adamlar 1 saat boyunca Corona haberi veriyor. Dünyada başka gelişme mi kalmadı diyeceğim, ancak diğer ülkeler de aynı bizim gibi. Herkes çıldırmış durumda. Hatta bir örnek olarak kendimi verebilirim. Yazacak bir sürü konu varken bunu yazıyorum.

Bir de uzaktan eğitim olayı var. İnsanlar bu olayı da iyice abarttılar. İdam sahnesi gösterildi diye bir konuşulmuş bir konuşulmuş. Gören de kan fışkırdı zanneder. Tarihi anlatırken böyle bir sahne kullanılmasının öğrencileri kötü yönde etkileyeceğini ben düşünmüyorum açıkçası. Neticede zaten çevrelerinden, televizyondan, internetten yeterince uygunsuz içeriğe maruz kalıyorlar. Buna bu kadar tepki gösterilmesi tamamen gereksiz. Bu sahneyi göstermiş olmasalardı bu sefer “uzaktan eğitim çok saçma ” diye tartışma çıkacaktı, durum eğitim bakanına kadar gidecekti. Aslında olaya böyle bakınca iyi ki o sahneyi göstermişler diyorum. Çünkü eğer bu olay bakana gitseydi, uzaktan eğitim durdurulabilirdi. Ben hiç eğitim görmemektense uzaktan eğitim görelim daha iyi diye düşünüyorum. (Tamam tamam, gerçek düşüncemi söylüyorum, uzaktan eğitim çok gereksiz.)

Önlem aldıktan sonra yapılacak hiçbir şey yok zaten bu virüse. Çok abartıyorlar bu olayı.

WordPress.com ile böyle bir site tasarlayın
Başlayın